Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Anlatıbilimin Olanaklarıyla Vüs’at O. Bener

Metinler gitgide daha büyük bir teorik alandan beslenerek inceleniyor. Anlatıbilimin detaylı yol göstericiliği bu kez Vüs’at O. Bener’in yapıtlarının hizmetinde.

“Türkçe’de edebiyat eleştirisi”nden söz açıldığında söylenecek ne çok şey var… Edebi alanın görece darlığı, edebiyat okurunun eleştiriye ilgisizliği, dolayısıyla dar alanda paslaşmak durumda olmak, kaynaklara ulaşmakta hala yaşanılan zorluk, temel kaynakların Türkçe’deki eksikliğinin yarattığı açlık… Yine de geçmişe oranlarsak dünya edebiyatının temel kavramsal yapılarının, güncel edebi analiz yöntemlerinin Türkçe eserleri incelemek için de işe koşulmaya başladığını hemen görebiliriz. Özellikle üniversitelerin edebiyat bölümlerini yüksek lisans ve doktora tezleri dilin, edebiyatın verdiklerini büyük bir iştahla ele alıp çoğu zaman büyük bir incelikle analiz eden edebiyat uzmanlarının atölyesi haline gelmekte. Reyhan Tutumlu da ilk hacimli edebi incelemesini doktora tezi olarak sunan bu uzmanlardan bir tanesi. Tutumlu’nun eseri anlatıbilimsel yaklaşımla Vüs’at O. Bener’in yapıtlarını çözümlüyor; eseri diyorum çünkü bu tez Metis Yayınları’nın Türkçe’ye epeydir gereken nice kuramsal eseri yayınlayan Metis Eleştiri başlığından, Süha Oğuzertem’in hazırladığı Bilge Karasu Edebiyat İncelemeleri dizisinden yayınlandı.

Bir Kuram Seçmek

Edebiyat eleştirisinin çetrefili yalnızca eleştirel bakış açısını geliştirmenin ve sürekli ilerletmenin temelde zor bir şey oluşundan kaynaklanmaz. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından beri dünyanın, yaşamın gitgide artan karmaşıklığı karşısında özellikle sanat eserlerinin daha da karmaşıklaşması, bunları ele almaya niyetlenen her türlü hamlenin arka planı kuvvetli bir kuramsal çerçeve ile çizilmesini gerektiriyor. Bugün bu manzaraya bir de coğrafyaya, dile, tarihe, gündeme ilişkin yeni paradigmalar ekleyin, bir de kuramsal olanın ancak belirli koşullarda belirli eserler için geçerli olduğunu yeniden düşünün, karşınıza çıkan şu olacak: Bir esere bakmak için belirgin bir kurama atıfta bulunmak, teori marifetiyle bir eseri kavramak, anlamlandırmak dünyanın en zor işlerinden bir haline gelmiş durumda. Her şeyden önce yola teorinin asla ve asla yeterli olmayacağını bilerek çıkmak gerekmekte, ikincisi ise kuramın bir noktaya geliştirilip çoğu kez içinde bulundurduğu handikaplarla birlikte dönüşüme uğradığını kabullenmek icap etmekte. Belki de en önemlisi, incelemek istediğimiz eserin yanında teoriyi de bu eserin yapısıyla birlikte yeniden ele almak ve dönüştürmek de işlerimizden biri haline gelmekte. Reyhan Tutumlu da Vüs’at O. Bener eserlerini titizlikle, neredeyse iğneyle kuyu kazar gibi inceleyebilmek için anlatıbilimin temel kavramlarını seçmiş. Bununla da kalmamış, gerçek bir dönüştürme işine girişmiş -hem kuramı hem de yapıtı-: Bener’in yapıtlarındaki birinci tekil şahıs kullanımını, bu kullanımın yapıtların otobiyografik özelliklerine referans olup olmadığını; anlatının temalarının, karakterlerin, anlatı ya da öykü zamanlarının Vüs’at O. Bener’in gerçek yaşamıyla ilişkide olup olmadığını, öyleyse nasıl bir ilişkide olabileceğini sorguluyor Reyhan Tutumlu. Bu noktada anlatıbilimin, anlatının temel mekanizmalarını dilin kalıpları ve bu kalıpların üzerinden nasıl işletildiğini inceleyen bir yaklaşım olarak anılmasının yanı sıra, sadece yapının iç ilişkilerini masaya yatırması nedeniyle sonradan da dönüşüme uğramış teorik yaklaşımlardan bir tanesi olduğunu, aslında kadim form/içerik tartışmalarının da bir parçası olduğunu hatırlamak gerek. Özellikle Rus Biçimcileri’nin anlatıbilim konusunda biçime ve iç yapıya yaptıkları vurguyu hafifleten Mikhail Bakhtin’i ya da bu vurguyu ortadan kaldıran Roland Barthes’ı da. Çünkü Reyhan Tutumlu’nun anlatıbilimi bu yönde Türkçe’de işlevsel hale getirerek, yapıtların içinden dışına doğru bir çıkış buluşu, yazarın gerçek kimliği ile yapıtları arasındaki ilişkiyi gerçek kişilere (Vüs’at O. Bener’in kendisine, yakınlarına) danışarak araştırması, edebiyat (ya da genel anlamda sanat) ile yaşamın birbirinden klasik çağlar boyunca ayrı tutulmuş olan alanlarını yeniden kuramda ve pratikte bir araya getirmeye çalıştığı anlamına geliyor.

Ne anlama geliyor?

Bu soru edebiyat analizinin en can alıcı sorusu. Ne anlama, hangi anlamlara gelebileceğini araştırmak bile özellikle Türkçe’de edebiyatın gündelik yaşamdan, politikadan ya da toplumsal alanın korundan ayıklanması sürecini tersine çevirme uğraşında yeni bir adım anlamına geliyor. Tutumlu’nun anlatıbilim tekniği bu açıdan oldukça cesur bir kuramsal tavrı ortaya koyuyor: Gerçeği, gerçeğin olasılıklarını, yansımalarını, dünyaya ait olan şeyi doğrudan arama cesareti. Hem de Türkçe’nin en zevkli ama dikenli dünya bahçesi olan Vüs’at O. Bener’in yapıtlarında.


(Radikal Kitap 2010)

Modern Zamanın Kuruluşu

Levent Yılmaz’ın “Modern Zamanın Tarihi”, bir doktora tezinin kitaba dönüşmüş hali, modern zamanların neden ve nasıl “modern” olduğunun bir araştırması.

Bugün artık dünyanın neredeyse tamamında çoktan kabullenilen varlığından, ne olduğundan şüphe duyulmayan kavramların başında “modern olmak” geliyor. Özellikle bizim ulusal tarih anlatımız, Batılılaşmayla bir referans noktası olarak ilgilendiği için ,bizim bugün hepten kuşkulanmadığımız bir kavram modernlik. Lakin bir tarihi var. Dahası o tarihin tam da bizim bildiğimiz şekliyle yazılmasına sebep olan bir tarihi, daha doğrusu bir zamansallık anlayışı var. Hatta tam da bu zamansallık anlayışı değiştiği ve değişen şey “eski” ve “yeni” gibi iki tanımlayı doğurduğu için bir tarihi, neredeyse bir miladı var. Hatta bugün bizim rahatlıkla içini doldurduğumuz bu ismin de kaynağı bu değişen zamansallık anlayışının ürünü: “Modern [...] yakın tarihli ya da güncel olan şeye atıfta bulunur.”

Levent Yılmaz’ın hayli hacimli ve 2002 yılında Paris, EHESS’te savunduğu doktora tezi, önce Fransızca’da Gallimard Yayınları tarafından yayınlandı, Türkçe’ye dönüşmesi zaman aldı, neredeyse yeniden yaratıldı. 90’ların başından beri modernlerin “yeni” ile meşgalesine merak salmış olan tarihçinin kendisine son derece verimli bir nirengi noktası olarak “Eskilerle Modernlerin Kavgası”nı seçmesinden hareketle, aslında “niye tarih yazdığımız”, neden eski ile yeniyi ayırdığımız sorularının peşinden giden bir tezdi bu, bugün aynı soruların etrafında, üslubu ve yapısı hayli keyifli bir okumaya yol veren modern zamanın kuruluşunu adım adım inceleyen bir tarih kitabı oldu. Özellikle bu tezin yeniden yaratımı üslup açısından gerçekleşmiş gibi duruyor; tarihçi Levent Yılmaz’ın okuruna doğrudan seslenen üslubu, açıktan açığa yönlendirmeleri, metindeki gidişatı, kırılmaları okuruna haber verme şekli, “...hemen sıkılmayın, okumaya devam edin lütfen!” uyarıları ve hatta tarih araştırmalarına pek de girmeyen sözlü ifadenin olanakları metni tarih araştırması ile edebiyat arasında ince bir hatta dolandırıyor.

Eskilerle Modernlerin Kavgası: Detaylı bir okuma

Araştırmanın asıl gayreti ise, “Modern Zamanın Tarihi”ni tam da alt başlığının yani “Batı’da Yeninin Değer Haline Gelişi”nin gerektirdiği gibi, modern zamanların varlığa gelişinin nasıl da zamansallık algısının değişimi üzerine kurulu olduğunu tam da dönüşme noktasında yeniden inşa etmek ve özellikle “yeni” denen değerin nasıl da yüceltmeye başladığının yeniden okumasını, bu kez dönemin zaman algısını ihmal etmeden yapmaya çalışmak peşinde. Modernlik hikayesinin başlangıç noktasındaki tarihini yani “Eskilerle Modernlerin Kavgası” nı bu hikayenin/tarihin çeşitlemesini bazı “adamlar”ın peşinden giderek yeniden kurma girişimi bu. Perrault’nun Eskilerle kendi dönemini kıyaslamaya kalkışan şiirinin Fransız Akademisi’nde okunması ile başlayan kitap, tartışmaların odağındaki isimlerin (Racine, Perrault, Petrarca, Dante, Erasmus, Montaigne, Fénelon, Descartes...) ve onların yapıtlarının yarattığı “kavga”nın ilerlemesini ya da kendi etrafında tur atmasını hem tarihi kesitlerle, hem daha geride yer alan kökleriyle, hem de bunların önümüze getirdiği malzemenin derinlemesine analizi ile sürüyor. Bir yandan yakın plan bir takip, bir yandan da güncel bilimin ve tarihin donanımı: Gadamer, Levi-Srauss, Hartog, gibi alanlarının çığır açan sosyal bilimci-tarihçilerinin birikimi bu analizlerde yol gösterici.

Böylece metin, 17. yüzyılın sonunda tarihlenen bir tartışmanın tarihini neredeyse her türden referans ile okuyarak, Batılı toplumların nereden hareketle, hangi düşünceleri alıp, hangilerini bırakarak, ya da böyle yaptıklarını zannederek modern olduklarının araştırmasını sunuyor. Ayrıca bütün bu çabanın arkasında sadece tarihsel bir bakış açısı yatmıyor, Levent Yılmaz’ın tarihi, belki tarih felsefesi ile elele gitmesinden de dolayı felsefenin içinden de ilerliyor. Bütün bunları alt alta toplayınca aslında karşımıza çıkan şu: Türkçe’deki yöntem açısından en yetkin ve içerik açısından en detaylı tarih okumalarından bir tanesi ile karşı karşıyayız. Üstelik okunan bugün hepimizin bildiğimizi sandığımız şeyin aslına dair: Batı’nın tarihi ve kendisini nasıl Batı haline getirdiği. Bizim hali hazırda kabul ettiğimiz, hatta kendimize hedef olarak seçtiğimiz tüm değerlerin nasıl “değer” haline geldiğinin yakından takip edilerek anlatılmış hikayesi ya da tarihi. Neden mi? “ [...] çünkü Batı’nın yaşadığı bu büyük dönüşümden, Batı’nın sonra da dünyanın geri kalan kısmının Batılılaşmasından hiçbirimiz çıkabilmiş değiliz.”


(Radikal Kitap 2010)