Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Calvino Dersleri

Kum Koleksiyonu, Italo Calvino’nun Paris’ten İtalya’ya yolladığı, sergilerde gördüğü “nesneler” hakkındaki yazılarını ve seyahatlerinde karşılaştığı “şeyler” üzerine harekete geçirdiği sıra dışı düşüncelerini bir araya getiriyor.

Italo Calvino zamanımızın bir öğretmeni. Dünyaya dair öğrenebileceklerimizin sınırı olmadığı gibi, Calvino’dan da öğrenebileceklerimizin sınırı yok. Ama bildiğimiz sıkıcı didaktik öğretmenleden değil. Örneğin Amerika Dersleri ele aldığı altı kavramı ele alıp açıklamak yerine, kavramların, nesnelerin ve düşüncelerin sınırsızlığının altını çizmek ister gibi, merkezden çevreye yayılan ışığın izini sürmeye çalışır: Seçtiği kavramları üretir, daha anlatırken şeklini bozar, tarihini, anlam haritasını sürekli genişletir. “Açık yapıt”a yakın düşen bir biçimde, adeta kuramı ete kemiğe büründürür, teorinin çerçevesini aşar. Çoğu kez kendisinin çizdiği sınırın bile çok ilerisinde bir yerlere atış yapar. Gözüne kestirdiği nesneleri, düşünceleri, kıvrımlarından açtıkça açar, sonunda Borges’in Çin İmparatorluğu’nun topraklarına birebir tekabül eden haritası gibi, kendisinin bütün olasılıklarını bir arada bulundurmayı beceren bir metin haline getirir. Bilgiyi bu metinlerin içine işlevsel olsun diye yerleştirmez (bu açıdan didaktik değildir), gözlemle birlikte bilgiyi (ve ona ulaşmanın yollarını da) altın oranda karıştırmayı bilir.
Şeylere ve düşüncelere dair bu bilginin ve onun olanaklarının sınırsızlığını öğreniriz Calvino’dan. Düşüncenin kendisini üretmesini, bunun sonsuza yakınsayan yöntemlerini, gözlemin ve nesnelliğin tadını alırız. Şeylere böyle bakabilmek isteriz, dünya hakkında bu kadar net ama açık uçlu düşünebilmeyi...

Zihnin Okuduğu

Kum Koleksiyonu’nu oluşturan metinler de, aynı Paris’te Münzevi, Amerika Dersleri ya da hatta Görünmez Kentler’de olduğu gibi, yazılı bir metinde aktarılabileceklerin çok daha fazlasına yatırım yapıyor. Bilginin ve seyretmenin, çıkarsama yapmanın, bir fikre (ya da fikirlere ulaşmanın) çok daha ötesine... Her bir metinde, yazılı bir dünyaya tercüme edilen, yazılı bir evrende kalıcılıkla durabilmeleri için kendilerine her türlü imkan sağlanan nesneler (ya da nesneler toplamı) ve düşünceler, geliştirilmiş fikirler var. Koleksiyonlar sergisi, haritalar sergisi, düğümler sergisi ya da Delacroix’nın “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosunun hikayesi... Devamında ise Roland Barthes’ın Camera Lucida’sı hakkında kendi okuma notlarını Roland Barthes’dan hatırladıkları ile bir arada tutmaya çalışan; hafiftik, katılık, geçişkenlik, geçicilik, kalıcılık gibi kendi temel izleklerini okuduğu kitaplarda ya da seyahatlerinde gördükleri ile birleştiren bir Calvino metinleri düzeneği... Kendi hafızasından devşirdiklerini okuma notlarıyla birlikte bir arada kavramsallaştırışı ise bu düzeneğin modelini oluşturmakta. Bir bakıma bilgi ve sezginin (ki Calvino hiç bulaşmadığı bir alan olan psikolojinin haritasından çalınan bu “sezgi” lafını büyük ihtimalle hiç sevmeyecektir) yanyana durduğu denemeler bunlar. Sabitlenmiş bir hareket noktası belleyip, oradan uzun yolculuklara çıkan bir zihnin, kendisini ve yolculuğunu aktarma çabası. “Ya da belki de insanı gerek koleksiyon oluşturmaya, gerek günce tutmaya iten karanlık saplantının –yani varoluşumuzun akıp gidişini, dağılıp yok olmaktan kurtardığımız bir dizi nesneye ya da düşüncelerin sürekli akışınındışında netlik kazanmış bir dizi yazılı satıra dönüştürme gereksinmesinin- güncesi yalnızca.”

Kitapta ilk bölüm, sergilerin bölümü. Paris’in sergilerinde karşılaştıklarını, İtalya’nın kültürel atmosferi ile zaman zaman karşılaştırdığı metinlerde Avrupa’nın bu iki ülkesinin karşıtlıklarla dolu kültür serüvenlerini yan yana koyma çabası da var. Ama bu denemelerin özünü, modelini oluşturan şey Calvino’nun dünyaya duyduğu (ülke, kültürel alan, dil vs. tanımadan hem de) bitmek bilmeyen merak. Okurun da merakını kamçılayan, hatta belki okuru koşa koşa ansiklopedilere, belki bugün Wikipedia’ya, dünya atlaslarına baktıracak; yetinmeyi bilmeyen hatta bunu önemsemeyen, sadece merakın ve araştırmanın o tatlı vehmine okuru davet eden bir merak. Başrolünü bu kişisel merakın oynadığı denemeler, nesnelerin ve düşüncelerin peşinden giderek, artık var olmayan, simgelerine indirgenmiş bir dünyayı, aynen sergilerin yapmaya çalıştıkları gibi, elde kalan verilerden tekrar kurmaya davranıyor. Bir şeyin, dünyanın zamanında bize sunmuş olduğu herhangi bir nesnenin ya da durumun tekrar varlığa getirilemese bile, bir zamanlar kapladığı yerin, hacminin, anlam alanının yeniden kurulduğu sergilerde Calvino çocuksu ama bilge, dolaşıyor.

Sergi metinlerinde dikkate değer olan bir başka nokta da, bu yazıların bir bakıma gazetelerdeki sanat yazıları kapsamına da alınabileceği aslında. Bugün gazetelerde hemen her gün karşılaştığımız, gündelik hayata çoktan yerleşmiş olan sanat etkinlikleri hakkındaki yazıların çok yetkin örneklerinden. Yazarların sanat eserlerini ya da etkinliklerini bir basamak üstte konumlayarak, serginin içeriği hakkında “halkın anlayabileceği” dilden konuşma eğilimi ile yarattıkları o tuhaf uçurum Calvino’nun yazılarında elbette yok. Dolayısıyla burada bir boş zaman etkinliği olarak sergi gezecek olan yarı bilgili bir sanat meraklısı kurgulanarak yazılmış yazılardan ziyade, sanatı ya da edebiyatı kendisi gibi yaşamının parçası olarak gören bir “meraklı”nın kurgulanması, hatta onunla sözleşerek sergiye gelmiş, onunla sohbet ede ede dolaşmak isteyen, bilgisini bu “meraklı”nın üzerine boca etmeyen bir yazarın yazıları söz konusu.

Gözün Gördüğü

Kitabın ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümleri de aynı arkeolojik yöntemle ve artık süreklilik kazanmış bir “model arayışı” ile Calvino’nun düşüncelerini, notlarını, anılarını ve onları yerleştirdiği sosyo-edebi bağlamı bir araya getiriyor. Kitaplardan edindiği izlenimi ve bilgiyi, yine bazı sergilerden kendisine mal ettiği düşünce sistemini, şehirlerde gördüklerini ve uzun uzun izlediklerini elle tutulur halde, geçici bir dünyanın karşısına yerleştiriyor Calvino.

Bu son üç bölümde (Gözün Erişebildiği, Fantastiğe İlişkin Değerlendirmeler, Zamanın Biçimi adlı bölümlerde) İtalyan yazarın bütün yapıtına hakim olan temaları daha net görmek mümkün. Bu yazılar daha çok serbest bırakılmış bir ilginin yöneldiği nesneleri, kitapları, dünyaya ilişkin durumları ve şehirleri kişisel bir hiza denemesine tabi tutuyor. Odağına, kendi yazma serüvenine, belirlenmiş (ama değişmeye de müsait) temel bir bakış açısı ile birlikte yerleştirdiği hafiflik, incelik, geçicilik, zaman, düş, düşsel ülkeler gibi konuları almış bir yazarın perilerle ilgili kitaplara yönelmesi, efsaneleri tekrar tekrar ele alması, yoluna çıkan metinleri ya da durumları bunların ışığında karşısına alması kaçınılmaz.

Calvino’nun metinleri, şeyleri, düşünceleri neredeyse sular gibi akarken arada okurun soluklanması gerekiyor. Gerçekten soluklanmak: İki metin arasında kitabı belki elden bırakmak, çay ya da kahve içmek, camdan bakmak, biraz not almak, insanları izlemek gerekiyor. Bu metinler sımsıkı örüldüğü ve soluklanmaya zaman bırakmadığı için değil, tam tersine Calvino bütün bu ele aldığı temaları (özellikle hafiflik ve inceliği) kendi üslubunda da gerçekleştirdiği, okura kendi düşüncelerinin de peşine takılmak için boşluklar yarattığı için. Bütün Calvino kitaplarında olduğu gibi, burada da altın kural bu: İnsanın (yani okurun) metnin içinde boğulmaması, hep kendisinde kalması, kendi birikimi ile yazarınkini karşılıklı okuyabilmesi, bu karşılıklı mütalaadan bir satranç oyunu keyfi alması...

Yayınlanma Yeri ve Tarihi: Radikal Kitap, Aralık 2008

Godard’dan Sevgilerle

Dahi mi, değil mi? Sinir bozucu mu, ufuk açıcı mı? Anlaşılmaz filmlerin yönetmeni mi yoksa sinemanın hâlâ sapasağlam ayakta olan avant-garde’ı mı? Yönetmen Jean Luc Godard’ı nasıl bilirsiniz? Bildiklerinizi değiştirmek ya da çeşitlemek ister misiniz?

Metis Yayınları, Jean Luc Godard’ın çeşitli tarihlerde, çeşitli yayın organlarıyla yaptığı söyleşilerden ve kendisini anlattığı yazılardan oluşan “Godard Godard’ı Anlatıyor”u 1991 yılında bastığında Godard hâlâ ufak bir kitlenin haberdar olduğu, Film Festivali takipçilerinin, eski sinematekten nasiplenmiş olan kimi eski toprakların ulaşabildiği bir figürdü. Aradan 17 yıl geçti. Film Festivali hız ve daha fazla seyirci kazandı, sinema okulları çoğaldı, sinemayla ilgili ulaşılabilen kaynak sayısı arttı (dvdler, kitaplar, türkçe yabancı dergiler, sinemayla ilgili televizyon programları vs.), hatta sinemaların sayısı arttı... Özetle sinema 60’larda olduğu gibi yaşamımızın içine daha çok girdi, zaten yaşamında ona yer açmış olanların ise konuyla ilgili malzemesi çoğaldı. Sonuç olarak 2001 yılında İstanbul Film Festivali’nde Jean Luc Godard’ın (o zaman için) son filmi olan Aşk’a Övgü gösterildiği zaman bazı insanlar (salonun yarısını oluşturanlar) salonu terk edecek cesareti bile gösterebildiler. Çünkü artık Godard’a ulaşmak daha kolaydı, sadece sinema aşkıyla dolu ufak ama nitelikli bir kitle değil, neredeyse isteyen herkes Godard filmi seyredebiliyordu. Olması gerektiği gibi.

Sanatın dolaşımda ve insanların özgür beğenisine açık olması gerekiyor. Gerçekten de beğenmeyen, bir Godard filminden çıkabilir; önemli olan canı istediği zaman, ya da bir sinema dergisinde adına ratlayıp da merak ettiği zaman bir Godard filmi seyretme tercihinde bulunma olanağının olup olmamasıdır.

Metis Yayınları’nı bu baskısı çoktan tükenmiş ve söyleşilerden oluşan ama Godard’ı tanımak için en iyi kaynaklardan biri olan kitabı yayınlamasının nedenlerinden bir de bu olmalı. Fransa’da sinemanın peygamberi sayılan (-kanıt olarak- daha ölmeden retrospektifinin çoktan yapıldığı) eleştirmen ve yönetmenin çeşitli gazeteci ya da yazarlarla kendisi ve filmleri hakkında yapılmış söyleşileri ve kendisini dürüstlükle anlattığı yazıları bunlar. Godard’ın filmlerine gidip de sıkılanlar, isminin etrafındaki efsanevi büyüyü kavramakta zorlananlar ya da Godard’ın “hastası” olup da aslında (belki de sadece buralarda yaşadığı için) eksik bilgisiyle fikri olanlar ve bunu geliştirmek isteyenler için biçilmiş kaftan.

Aslında Godard’ı tanımak, ya da yazdıklarını okumak sadece film dünyasına yakın olmak istemekle alakalı olmamalı. Sinemanın “büyük” isimlerinden olan bu adamın, bu görsel kültürü, içeriğini ve kendisine buna dahil ediş biçimi (ya da bunları sahipleniş biçimi) gerçekten de ufuk açıcı. İçinde yaşadığımız, günlerimizi aşklarımız, ilişkilerimizi, fikirlerimiz etkileyen “sinema” denen şeyle ve bunun beslendiği “hayat”la ilgili son derece temel değerlere ve detaylara odaklanan fikirleri mevcut.

Örneğin film yapmakla yaşamak arasında herhangi bir ayrım görmüyor Jean Luc Godard. Serseri Aşıklar’ı (ilk uzun metrajını) büyük bir ciddiyetle Scarface gibi bir şey çektiğini düşünerek çekmiş, sonradan da onun Alice Harikalar Diyarında’nın yanına yerleştirmeyi önermiş (kendisine). Eleştiriden gelmekle birlikte, eleştiriyi film çekmenin ilk basamağı olarak görmemiş, ama içinden yetiştiği eleştirel kültürün önemini kendisi ve kendi kuşağı için büyük bir ciddiyetle kavramış: “Sinemanın belli bir yönünün, başka bir yönünü dışlamaması gerektiğini eleştiriye borçluyuz. (...) Günümüzün yazarı kendisinden önce Molière’in, Shakespeare’in gelmiş olduğunu bilir. Bizlerse, bizden önce Griffith’in var olduğunu bilen ilk sinemacı kuşağız.”

Hazırlıksız çalışıyor, ama kafasında başlamadan önce bütünlüklü bir şey var. Ve bunu gözden kaçırmamaya çalışıyor, hazırlıksız çalışırken... “İnsanın farkına vardığı bir şey daha var ki o da aşk gibi, sinemanın da şakaya gelmediği” diyor, “Kızın birine gözleri böyle olduğu için, tipin birine havası şöyle olduğu için bakıyorsunuz ve sonra onun hayatını filme alıyorsunuz.”

Söyleşilerden bir tanesi de bu sene Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Fransız yazar Le Clézio ile. Edebiyatçıyla sinemacı hem karşı karşıya hem de bir bakıma yan yana duruyorlar. Sinema ve edebiyat söyleşisi gitgide felsefenin ve etiğin işe koşulduğu muazzam bir beyin fırtınasına dönüşüyor.

Söyleşilerin ve yazıların tarihleri günümüze yaklaştıkça odak değişiyor, Film Eleştirisinin Ekonomi Politiği’nden, film starlarına doğru genişliyor. Aslında sadece Godard’ın son derece keskin olan görüşleri değil bütün bu metinler, aynı zamanda sinemanın ve film üretiminin tarihini ve dönemlere göre değişen koşullarını da içeriyorlar. Ama filmlerini de çepeçevre saran düşünceler bunlar. Bütün bu içeriğin büyük bir dürüstlükle filmlerinde olduğunu da biliyoruz. Bu düşünce ve söyleşiler aslında bir bakıma kendi zamanının ötesindeler, özellikle 1980’de iletişim araçların var olduğu ve iletişimin artık olamadığını öne süren bir Godard’a hal vermemek pek de mümkün değil.

Özetlemek mümkün değil. Nasıl bir Godard filmini birine “anlatmak”, “özetlemek” imkanı yoksa, Godard bizi bu imkandan nasıl mahrum bırakıyorsa aynı şey düşünce akışı için de geçerli. Kendi içlerinde bir bütünlüğü olan ve bu akışın bir yerinden kesilip başka bir yere taşınmasının olasılık dışı olduğu fikirler bunlar. Sonuçta bu konuşmayı seven, “kışkırtmadıkça iletişim eksikliği çeken ve tek başına yaratmaktan hoşlanmayan bir yaratıcı”nın yaşamını anlatmasından hoşlanmamak mümkün değil aslında.

Yeni kuşak sinema takipçilerine, Godard’ın adını duymuş ve duymamış olanlara, etikten, felsefeden, edebiyattan haz alanlara, sinemaya tutkun olanlara duyrulur: Godard Godard’ı anlatıyor.

Yayınlanma Tarihi: Aralık 2008