Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Godard’dan Sevgilerle

Dahi mi, değil mi? Sinir bozucu mu, ufuk açıcı mı? Anlaşılmaz filmlerin yönetmeni mi yoksa sinemanın hâlâ sapasağlam ayakta olan avant-garde’ı mı? Yönetmen Jean Luc Godard’ı nasıl bilirsiniz? Bildiklerinizi değiştirmek ya da çeşitlemek ister misiniz?

Metis Yayınları, Jean Luc Godard’ın çeşitli tarihlerde, çeşitli yayın organlarıyla yaptığı söyleşilerden ve kendisini anlattığı yazılardan oluşan “Godard Godard’ı Anlatıyor”u 1991 yılında bastığında Godard hâlâ ufak bir kitlenin haberdar olduğu, Film Festivali takipçilerinin, eski sinematekten nasiplenmiş olan kimi eski toprakların ulaşabildiği bir figürdü. Aradan 17 yıl geçti. Film Festivali hız ve daha fazla seyirci kazandı, sinema okulları çoğaldı, sinemayla ilgili ulaşılabilen kaynak sayısı arttı (dvdler, kitaplar, türkçe yabancı dergiler, sinemayla ilgili televizyon programları vs.), hatta sinemaların sayısı arttı... Özetle sinema 60’larda olduğu gibi yaşamımızın içine daha çok girdi, zaten yaşamında ona yer açmış olanların ise konuyla ilgili malzemesi çoğaldı. Sonuç olarak 2001 yılında İstanbul Film Festivali’nde Jean Luc Godard’ın (o zaman için) son filmi olan Aşk’a Övgü gösterildiği zaman bazı insanlar (salonun yarısını oluşturanlar) salonu terk edecek cesareti bile gösterebildiler. Çünkü artık Godard’a ulaşmak daha kolaydı, sadece sinema aşkıyla dolu ufak ama nitelikli bir kitle değil, neredeyse isteyen herkes Godard filmi seyredebiliyordu. Olması gerektiği gibi.

Sanatın dolaşımda ve insanların özgür beğenisine açık olması gerekiyor. Gerçekten de beğenmeyen, bir Godard filminden çıkabilir; önemli olan canı istediği zaman, ya da bir sinema dergisinde adına ratlayıp da merak ettiği zaman bir Godard filmi seyretme tercihinde bulunma olanağının olup olmamasıdır.

Metis Yayınları’nı bu baskısı çoktan tükenmiş ve söyleşilerden oluşan ama Godard’ı tanımak için en iyi kaynaklardan biri olan kitabı yayınlamasının nedenlerinden bir de bu olmalı. Fransa’da sinemanın peygamberi sayılan (-kanıt olarak- daha ölmeden retrospektifinin çoktan yapıldığı) eleştirmen ve yönetmenin çeşitli gazeteci ya da yazarlarla kendisi ve filmleri hakkında yapılmış söyleşileri ve kendisini dürüstlükle anlattığı yazıları bunlar. Godard’ın filmlerine gidip de sıkılanlar, isminin etrafındaki efsanevi büyüyü kavramakta zorlananlar ya da Godard’ın “hastası” olup da aslında (belki de sadece buralarda yaşadığı için) eksik bilgisiyle fikri olanlar ve bunu geliştirmek isteyenler için biçilmiş kaftan.

Aslında Godard’ı tanımak, ya da yazdıklarını okumak sadece film dünyasına yakın olmak istemekle alakalı olmamalı. Sinemanın “büyük” isimlerinden olan bu adamın, bu görsel kültürü, içeriğini ve kendisine buna dahil ediş biçimi (ya da bunları sahipleniş biçimi) gerçekten de ufuk açıcı. İçinde yaşadığımız, günlerimizi aşklarımız, ilişkilerimizi, fikirlerimiz etkileyen “sinema” denen şeyle ve bunun beslendiği “hayat”la ilgili son derece temel değerlere ve detaylara odaklanan fikirleri mevcut.

Örneğin film yapmakla yaşamak arasında herhangi bir ayrım görmüyor Jean Luc Godard. Serseri Aşıklar’ı (ilk uzun metrajını) büyük bir ciddiyetle Scarface gibi bir şey çektiğini düşünerek çekmiş, sonradan da onun Alice Harikalar Diyarında’nın yanına yerleştirmeyi önermiş (kendisine). Eleştiriden gelmekle birlikte, eleştiriyi film çekmenin ilk basamağı olarak görmemiş, ama içinden yetiştiği eleştirel kültürün önemini kendisi ve kendi kuşağı için büyük bir ciddiyetle kavramış: “Sinemanın belli bir yönünün, başka bir yönünü dışlamaması gerektiğini eleştiriye borçluyuz. (...) Günümüzün yazarı kendisinden önce Molière’in, Shakespeare’in gelmiş olduğunu bilir. Bizlerse, bizden önce Griffith’in var olduğunu bilen ilk sinemacı kuşağız.”

Hazırlıksız çalışıyor, ama kafasında başlamadan önce bütünlüklü bir şey var. Ve bunu gözden kaçırmamaya çalışıyor, hazırlıksız çalışırken... “İnsanın farkına vardığı bir şey daha var ki o da aşk gibi, sinemanın da şakaya gelmediği” diyor, “Kızın birine gözleri böyle olduğu için, tipin birine havası şöyle olduğu için bakıyorsunuz ve sonra onun hayatını filme alıyorsunuz.”

Söyleşilerden bir tanesi de bu sene Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Fransız yazar Le Clézio ile. Edebiyatçıyla sinemacı hem karşı karşıya hem de bir bakıma yan yana duruyorlar. Sinema ve edebiyat söyleşisi gitgide felsefenin ve etiğin işe koşulduğu muazzam bir beyin fırtınasına dönüşüyor.

Söyleşilerin ve yazıların tarihleri günümüze yaklaştıkça odak değişiyor, Film Eleştirisinin Ekonomi Politiği’nden, film starlarına doğru genişliyor. Aslında sadece Godard’ın son derece keskin olan görüşleri değil bütün bu metinler, aynı zamanda sinemanın ve film üretiminin tarihini ve dönemlere göre değişen koşullarını da içeriyorlar. Ama filmlerini de çepeçevre saran düşünceler bunlar. Bütün bu içeriğin büyük bir dürüstlükle filmlerinde olduğunu da biliyoruz. Bu düşünce ve söyleşiler aslında bir bakıma kendi zamanının ötesindeler, özellikle 1980’de iletişim araçların var olduğu ve iletişimin artık olamadığını öne süren bir Godard’a hal vermemek pek de mümkün değil.

Özetlemek mümkün değil. Nasıl bir Godard filmini birine “anlatmak”, “özetlemek” imkanı yoksa, Godard bizi bu imkandan nasıl mahrum bırakıyorsa aynı şey düşünce akışı için de geçerli. Kendi içlerinde bir bütünlüğü olan ve bu akışın bir yerinden kesilip başka bir yere taşınmasının olasılık dışı olduğu fikirler bunlar. Sonuçta bu konuşmayı seven, “kışkırtmadıkça iletişim eksikliği çeken ve tek başına yaratmaktan hoşlanmayan bir yaratıcı”nın yaşamını anlatmasından hoşlanmamak mümkün değil aslında.

Yeni kuşak sinema takipçilerine, Godard’ın adını duymuş ve duymamış olanlara, etikten, felsefeden, edebiyattan haz alanlara, sinemaya tutkun olanlara duyrulur: Godard Godard’ı anlatıyor.

Yayınlanma Tarihi: Aralık 2008

Hiç yorum yok: