Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Kent ve Geleceği

Şehirlerimizi kimin nasıl yönettiğinden daha hayati olan sorular var şehir yaşantımızla ilgili... Le Corbusier’nin 1933 yılında Uluslararası Modern Mimarlık Kongresi için kaleme aldığı rapor olan “Atina Anlaşması” kentlerimizin ne ve nasıl olduğu, gelecekte ne olabileceği ile ilgili net fikirler, uyarılar ve açık çözümler sunuyor.

Geçtiğimiz Mart ayında, yaşadığımız şehirlerle, onların ve bizim geleceğimizle ilgili bir seçim yaptık, ya da en azından yapmaya çalıştık. Tamamen politik kutuplara göre hizalanmış seçim kampanyalarının ardından şehirlerimizi kimlerin yöneteceği belli oldu. Oysa şehirlerde ne yapılacağı konusu seçim kampanyaları boyunca neredeyse hiç konuşulmadı, kentlerde yaşayanlara açıklıkla anlatılmadı. Seçimi yapanlar da kriter olarak yönetici adaylarının politik görüşlerinı benimsediler, buna göre hareket ettiler. Aslında ne seçenler ne de seçilenler temel sorularla ilgilendiler. “Şehirlerimizde yaşam nasıl?” “Nasıl daha iyiye götürülebilir?” Dahası, “Acaba hangi insani ilkelere göre bir şehir düzenlenebilir, oradaki yaşam iyileştirilebilir?” gibi asıl konular atlandı. Hepimizi daha mutlu, daha memnun, daha insani bir hayata taşıyabilecek olan çözümleri ne konuşabildik, ne de üretebildik.

Acaba fırsatımız olsaydı da bunu yapabilir miydik? Gerçekten de hangi ilkelere göre yönetilmek istediğimizi, hangi ilkelerle yaşamak istediğimizi biliyor muyuz? Şehrin ne olduğunu, ne olabileceğini, daha geniş bir vizyondan, kendi deneyimlerimizin, çoğunlukla da son derece sıkıntılı ve gündelik hayata dair olan ulaşım, konaklama gibi deneyimlerimizin ötesinde düşünmemiz, acaba bu tarihte, 21. yy’ın başında, “Şehir” denen şeyin ne olduğu, nereden, nasıl varlığa geldiği tümden unutulmuşken, mümkün mü?

İmkansız değil. Arkamızda bıraktığımız yüzyıl, bir çok açıdan bu sorunların birinci elden kaynağını oluşturmuş olmakla birlikte, kendi içinde bu sorunlara çözüm önerileri getiren hareketlerle dolu. (Bu aynı zamanda modernliğin bir handikapı elbette...) Modern hayatın çelik ağlarla ve türlü makineyle bir anda donattığı yüzyıl başı, aynı zamanda kendisinin karşı hareketini de üretmişti; belki bugün bu dönemin çocukları, torunları olarak bu dönemin karşı hareketlerinin izlerini okuyarak kendimize yeni yol haritaları çizebiliriz.

1928 yılında faaliyete başlayan Uluslararası Modern Mimarlık Kongresi’nin (CIAM) 1933 yılında Atina’daki dördüncü toplantısının raporu olan “Atina Anlaşması” bu pırıltılı izlerden bir tanesi. Bu dördüncü kongrenin Avrupa’da yavaş yavaş yükselen sağ hareketin uzağında, Atina gibi Avrupa’nın kendi kökü olarak benimsediği bir yerde yapılmasının ve tam da burada, antik şehirlerin şafaklarından bir tanesi olan yerde gündeme “şehir” fikrini almasının oldukça büyük bir önemi var. Bir kaç sene sonra, 1941 yılında, bu şehircilik anlaşmasının (ve onun ilkelerinin) Alman işgali altında bulunan Paris’te anonim olarak yayınlanmasının ise çok daha büyük anlamı var. Avrupa’nın kendi üzerine çöktüğü, şehirlerinin yıkıldığı bir dönemin içinden inatla varolmaya direnen bir hareketin anonim bir sözcüsüdür bu metin. Bireyi merkeze alan, bireyin ihtiyaçlarını ve mutluluğunu hiç bir ilkeye değişmeyeceğini altını çize çize anlatmaktan bıkmayan bu anlaşma, üzerine inşa edildiği değerlerin şartlarla, zamanla asla değişmemesi gerektiğini bu sessiz yayını ile anlatır aslında. Arkasından CIAM 1956’ya dek dağınık da olsa faaliyette bulunacak, Avrupa’dan sonunda göç etmek zorunda kalan aydınlarla birlikte “dünyanın dört bir köşesine” ulaşacak, insan merkezli şehir hayatının ilkelerini (tam olarak uygulanması hiç bir zaman mümkün olamasa da) dünyaya duyuracaktır.

Atina Anlaşması, her ne kadar kongre üyelerinin genel fikirlerinin ve önerilerinin bir toplamı olsa da, aslında şekillendiricisinin damgasını taşıyor: Le Corbusier’in “insanlar için şehir planları” yapmasının da bir bakıma miladı bu metin. Burada savunulan düşüncelerin izdüşümlerini daha sonra dünyanın çeşitli şehirlerine ve onların mahallelerine Le Corbusier’nin çizdiği ve uyguladığı planlarda görmek mümkün.

“Genel Düşünceler” raporun açılış bölümü, bugün tam da eksikliğinin sonuçlarını yaşadığımız ama eksikliğinin farkında olmadığımız bir bakış açısının temellerini inşa ediyor. Örneğin coğrafyanın, topografyanın dayattıklarını hatırlatıyor, daha ilk ağızda idari birim ile bunun aslında birbirinden ne kadar farklı olduğunu, keyfi idari bölünmelerin aslında şehirleri ne denli sıkıştırabildiğini söylüyor. Sonra bu coğrafyanın üzerine yavaşça insanı ve insan topluluklarını yerleştiriyor: “Bireyin vatandaşların oluşturduğu bütünün içinde parlaması gerekir.” Ardından psikoljik temelleri, ekonomiyi ve siyasallığı inşa ediyor, bir bütün olarak bu temel yapıları birbiriyle ilişkili bir biçimde kullanarak da şehrin ne olduğu sorusuna –tarihinden de hareketle- bir yanıt geliştiriyor. Şehirlerin gelişimini, “makine çağı”ndan itibaren yaşanılan hızlı değişimi de kerteriz alarak son derece net bir şekilde okurunun gözünün önüne açıyor.

Bu temel değerler ve onların değişimi üzerine kurulan Konaklama, Boş Zaman, İş, Dolaşım bölümleri ile Le Corbusier’in metni aslında bir bakıma modernliğin, başlangıçlarını hasarlı yapmış ve ancak bu şekilde gelişebilmiş elementleri ile hesaplaşma içinde. 19. yüzyılın şehir ve makine, insan ve toprak odaklı değişim öyküsünü, yeniden çok temiz bir biçimde yazarken, bir yandan da “planlama”yı “birey”e dayandıran, yine de “ulus” fikrinden henüz kopmamış çözüm önerileri getiriyor. Makinelerle insanları “hız”ekseninde ayırmayı öneriyor örneğin, ya da kamusal alan/ özel alan ayrımını yeniden kurguluyor. Boş Zaman fikrini ve alanlarını yeniden örgütlüyor, dahası bunu zorunluğunu, asla ihmal edilemeyecek ve azaltılamayacak oluşunu –birey açısından- kuvvetli bir biçimde savunuyor.

Yine de dikkat edilmesi gereken bir nokta var, bu metni alır ve yaklaşık 70 yıl sonrasında tekrar düşünürken: Bütünüyle olmasa da didaktik bir metin bu. Bugünün çoğulcu demokrasilerinin içinden bakıldığında didaktik hatta bazen elitist görünebiliyor. Birey fikrini, onu yaratan bağlamdan ayrıştırma gayreti var; makineleri, hızı, işi bir odaya, insanları, gündelik yaşamı başka bir odaya koymak istiyor, aradaki kapıların açılıp kapanmasını da bireyin, toplumun sağduyulu inisiyatifine bırakarak. Oysa bugün artık deneyimlerimiz bize şunu göstermiş durumda: Modernliğin sunduğu “iyi” olanakları (örneğin birey/insan merkezli düşünceyi), onu var eden “kötü” şartlardan (hızlı makineleşmeden, kapitalizmden vs.) ayıklayamıyoruz. Dolayısıyla şehirlerimizi, orada yaşayan insanları sahip oldukları bütün değerlerle bir arada kavrayabiliyoruz; eğer bir “değişim” olacaksa da, bazı değerlerin/durumların bir diğerinin iyiliği için olsa bile iptal edilemeyeceği bir ortamdan çıkabileceğini aklımızda tutmamız gerekiyor.

Bu metnin gerçek ruhu olan “insanlar için şehirler” fikrini nereye kadar, nasıl ilerletebiliriz, hayata geçirebiliriz? Politik seçimlerin, köklerinden ayrılmış bir biçimde her şeyi belirlemeye davrandığı bir ortamda bu nasıl mümkün olabilir? Seçim yaparken de, seçimlerimizin sonuçlarını değerlendirirken de sağduyuyu ve temel ilkeleri hep düşünmememiz gerekiyor, Le Corbusier, “Atina Anlaşması”nda işte en çok buna vurgu yapıyor.



ATİNA ANLAŞMASI
Le Corbusier
Çeviren: Ayda Yörükân
Yapı Kredi Yayınları 2009
99 sayfa. 7 TL

Yayınlanma Tarihi: Nisan 2009

Edebiyat Bir Ailedir

(Bu yazı yayınlanmadı)

Çoğu kez yalnız insan işi gibi göründüğünü düşünsek de, özellikle ülke edebiyatı bağlamında düşündüğümüzde, edebiyat eserlerinin daha yazılırken bile bir aile içinde şekillendiğini fark edebiliriz. Mehmet H. Doğan’ın Türk Edebiyatı’nın ustalarından oluşan ailesini anlattığı “Şimdi Uzaklardasın”ı, şimdilerde başka türlü kurulan bu aile ilişkilerini düşünmek için bir fırsat.


“Bu kitapta” diyor Mehmet Doğan, “tanıdığım, sevdiğim, etkilendiğim, yokluklarını, izi yok olsa bile duyarlılığı hep hissedilen bir yara gibi tenimde taşıdığım insanların, dostların kendi gözümden çekilmiş fotoğraflarını vermeye çalışıyorum.” Uzun uzun Cemal Süreya’yı, Edip Cansever’i, Aziz Nesin’i, Metin Altıok’u, Onat Kutlar’ı, Can Yücel’i, Melih Cevdet Anday’ı anlatıyor sonra; Bilge Karasu ile mektuplaşmalarını anıyor ve bütün bu ilişkilerin yatağı olan şehirleri de yeniden zihninde ziyaret ediyor. Çok kişisel bir edebiyat alanı bu, adeta bir dönemin arka bahçesi, saklanmış hazinesi. Bir yandan da bu kişiselliğin içinden 70’lerin 80’lerin, 90’ların edebiyat hayatının değişimleri, hareketi ve kimliği açığa çıkıyor: Bir aile bu, Türk Edebiyatı ailesi.

Yazdıkları için, eser verdikleri için bir araya gelen, birbirleri ile eserlerinin ivmeleriyle ilişki kuran, bu ilişkileri insani duygularla ve incelikle besleyen insanlardan oluşan, artık kaybolmuş bir aile bu. 90’lardan sonra, ölümlerle yavaş yavaş dağılan solan büyük bir fotoğraf kuruyor Mehmet Doğan (dostlarının ona hitap ettiği ismi de bu, adı soyadıyla ‘Mehmet Doğan’ diye sesleniyorlar ona).

Bu dostların önemli bir kısmını 1981 yılında İstanbul’da eşi Ülker’in tedavisi için geldiği esnada yakından tanıyor, bir kısmı ile ise o aylarda iyiden iyiye yakın dost oluyor. Bazısını sonradan çok az görebiliyor, bazısıyla ömür geçiriyor. İzmir’de ağırladıkları, yazlığında misafir ettikleri oluyor. Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar en kıymetlileri, anılarına da onlarla başlıyor. Peşinden Metin Altıok, Ruhi Su, Aziz Nesin, Atilla Tokatlı, Onat Kutlar, Bilge Karasu, Cevat Şakir, Can Yücel, Melih Cevdet Anday geliyor. Birbirinden apayrı kişilikler, ama bir şekilde bir arada, yan yana durmayı bilmiş insanlar bunlar. Bazıları diğerlerinden uzaklarda kalmış, Cevat Şakir gibi, bazıları bir arada meyhane sofralarında fikir ve duygu paylaşarak yaşamayı seçmiş. Bu yaşantı, uzakta ya da yakında, merceğini tuttuğu bu insanların kişiliklerinin de uzantısı gibi Mehmet Doğan’ın gözünde. Kimin hangi değerlere sahip çıkarak, hangi kıymetlerle donanarak yaşadığı daha önemli onun için. Mehmet Doğan’ın hayatı da bu sıra sıra bölümler halinde yer alan yaşam tanıklığının arasından yavaş yavaş beliriyor; bu yer yer sıkı, yer yer gevşek aile ilişkileri dinamiğinin öznesi de kuruluyor bir yandan. Yine de geride bırakıyor kendini “tanık”, ailesini kendisinden çok sevmiş belli ki.

Bütün anılara eşlik eden bir iç sızısının eşlik ettiği bu “tanık”, tanık olmuşluğundan memnun ama bu yaşamın kısa, hem de bazıları için ne de kısa sürdüğünün de üzüntüsünü okura geçiriyor. Mehmet Doğan’ın İzmir’deki, Foça’daki evi, rakılı biralı yaz akşamları, İstanbul’u kısalı uzunlu ziyaretleri yeniden bu edebiyat ailesi ekseninde yazıyla kuruluyor ama kendi günlerinin bile dışarıdan tanıklığını yapan Mehmet Doğan’ın çok belirgin bir özlemi içinde olabiliyor ancak bu: Bu ailenin fertlerini özlüyor Mehmet Doğan, yanlarına gitmek için de sabırsızlanıyor. Bu dünyaya, yaşamını geçirdiği döneme olan ilgisi zayıflamış gibi; bütün bu yazı ustaları onun için belli ki kendi yaşamasının manası olmuş aslında, yoklukları sadece “edebî” açıdan bir eksiklik değil, sanki sürmekte olan yaşama haksızlık gibi. Cevat Şakir’in şen şakrak kişiliğini, Bilge Karasu’nun içe dönük sessizliğini, Can Yücel’in yaşama aşkını, Onat Kutlar’ın çalışkanlığını sadece edebiyat kimlikleri çerçevesinde almıyor Mehmet Doğan, onları bildiği, tanıdığı yaşamdaki gerçek insan değerleri ile görüyor, ve böyle anlatıyor, insanî değerlerini çoğu kez eserlerinin üzerinde konumlayarak. Ölümlerini de hazmedemiyor gibi çoğu kez.

Haklı olduğunu okudukça anlıyoruz, edebiyatımızın yakın geçmişi aslında bize “iyi insan” olmanın edebiyatla bir şekilde bir ilişkisinin olduğunu, insana ilişkin değerlere yeni değerler katmanın, bir yaşama üslubunun ardından ancak iyi edebî eserinin oluşabileceğini hatırlatıyor. Edebiyatın kendi kendisine, kapalı devre bir sistem gibi çalışamayacağını, bir ailesi, bağlılıkları, sevdikleri, sevmedikleri içinde, gündelik, özel ya da kamusal hayata bir şekilde kök salarak, yayılmasının gerekliliğini anlatıyor. Bir yalnızlık işi olan “yazma”nın, okumadan, okurdan ve yakın çevrenin okumasından, ilgisinden mahrum kalmaması gerekiyor gerçekten de. Her şeyin “aile” olmadığını biliyoruz artık, evet, ama bir çok şeyin aile içinde şekillendiğini, yerleştiğini ve yeşerdiğini; ve iyi bir aileye edebiyatta da ihtiyaç duyduğumuzu fark ettirecek ölçüde aile sevgisiyle donanmış bir edebiyat adamının, Mehmet Doğan’ın yazdıklarını, dostlarını kendi ailemiz edinmekle başlayabiliriz işe.



ŞİMDİ UZAKLARDASIN
Mehmet H. Doğan
Yapı Kredi Yayınları 2009
16 YTL

Bazı şeyler diğer şeylerden daha kıymetlidir

Nesneleri seviyoruz, bazılarına düşkünüz, bazılarına bağımlıyız. Nesneler olmadan yapamıyoruz. Nesneler değişiyor, çeşitleniyor, vitrinlere çıkıyor, el değiştiriyor, gözümüze sunuluyor, elimize veriliyor, alınıyor; sürüklüyor, rahatlatıyor, geriyor, akıldan çıkmıyor. En geniş anlamıyla nesneler, ben olanın dışındakiler. Olduğu şeyin ötesine gitmeye davranıyor, doyuma götüren her türlü mekanizmayı tetikliyor, çalıştırıyor. Fazladan. Ya da ihtiyaçtan. İnkardan ya da kayıtsız teslimiyetten. Bizde olmayanın hırsından, hıncından, ikamesinden, ikame bile edilemeyenden. Körkütük bir inanç: Tanrı’ya, bir varlığa, “kendin” olmayan bir şeye, kendinin bir parçasına. Bir hastalık: “Ben”de, toplumda, şimdi, burada, ertelenende, herkeste, komşuda. Neye bakıyorsak, daha dikkatli, daha dik. Neyin değeri çoktan arttıysa, artıyorsa, limitleri zorluyorsa, neyi onaylıyor, alkışlıyorsak, ne karnımızda kelebekleri uçuşturuyorsa, ne öldüyse ve ondan geriye ne kaldıysa. Neyin ifadesi kendisini aşıyorsa. Neyi kaybettiysek, aramaya bile kalkmıyorsak. Gözümüz hep dışarıdaysa.

Fetiş verimlidir. İçinde bunca mekanizmayı barındıran şeyden bir hayat çıkar. Bu kesin. Derya Demir ve Leyla Gediz’in küratörlüğü ile fetişizmin merkezine ve yayılma alanına hamle yapan “the bitch is sleeping/ uyuyan ID”, 19 Kasım-19 Aralık arasında Karşı Sanat’ta üslendi, bu sergi ile açılışını yapan Galeri Splendid, Panter Kırtasiye, Katia Şapka, Kelebek Korse, İpek Mağazası, Goa, Robinson Crusoe, Mudo Concept ve Dogztar’da; türlü fetiş nesnesini ve etrafındaki evreni genişletmek niyetinde, odağı kaydırmadan. Serginin eşlikçisi ve fikir babası ise ./independent scholars’ın 26-28 Kasım tarihlerinde düzenlenen “Substitute Lack!/Accept No Substitutes!” adlı disiplinlerarası fetişizm incelemelerini gündeme getiren konferans. (www.independentscholars.org)

İstiklâl Caddesi’nin işbu fetiş mekânları ise (sanat galerileri dahil), kendi nesnelerine ek olarak yeni fetiş nesnelerini, arzunun şu mühim nesnelerini, yani sanat eserlerine başka türlü davranıyor. Serginin el attığı mesele bu: Fetişin kendisi olan şey, olduğu şeyin inkarında değil. Nasıl?

Caddenin eski ve hâlâ işleyen dükkânlarından Kelebek Korse’de İlhan Sayın evcilleştirdiğimiz ya da evcilleştiremediğimiz hayvanları kağıttan kesiyor. Bu kağıttan dantel işleri açıkça canlı bir nesneyi ölü ve güzel tahayyül etmekte bir adım atıyor. Hem avucumuzun içinde, bizim ama aslı bu değil; bu hayvanın en güzel yeri. Cumhuriyetin fetiş nesnesi şapkanın da sergide yeri var: Şapka satıcısı Katia’da Emel Kurhan’ın (Yazbükey) işi bir pasta maketinin üzerinde sunduğu şapkalar. Bu iş açık arttırma ile satılıyor... Panter Kırtasiye, üst katında Neşe Çoğal bir fotoğrafta rastladığı botlar ile arasındaki aşkı bizimle paylaşıyor. Arzunun şu biricik nesnesi olan kitapları, nev-i şahsına münhasır bir mimarinin içinde hepten fetiş hale getiren Robinson Crusoe'de Ali Kazma'nın sekiz inçlik sekiz ayrı ekranda dönen videoları yer alıyor. Geçen yılın bienalinde “Engellemeler” adıyla gösterileren işin ilk aşamaları olan bu videolar kişinin işini, kendisinin bir parçası olan “eylem”i nasıl fetiş hale getirdiğine dair.

Mudo Concept’te yer alan Serkan Özkaya işi “Esinti” ise serginin özel parçası. Tasarım ürünlerinin çoğaltılarak sanat eseri sınırında sunulduğu yeni evrene Serkan Özkaya, imzalı ama seri olarak üretilmiş, gerçek bir sanat eseri ile müdahale ediyor. Herkesin biriktirici olduğu bu yeni dünyada, herkesi koleksiyoner olmaya davet etmek, bir sanat eseri sahibi olmaya çağırmak bu. “Esinti” kutusuyla birlikte satışa hazır.

Goa'da kendisini çoktan fetiş nesnesine dönüştürmüş olan Murat Ertel'in süper kahraman olarak tasarladığı Türk kadınlarının fotoğrafları yer alırken İpek Mağazası’nın vitrininde ise görür görmez tanıyacağımız bir obje olan meta fetişhi Özgür Çift’in koleksiyonundaki sıkı örneklerinden bir tanesi yer alıyor.

Fetişin bedenle elele gittiği muhakkak, konuyla ilgili filmler için Dogzstar’da öğlen ve akşamüstü duraklamak gerekiyor. Gösterilen videolar Bruce LaBruce’dan “No skin of my ass” ve Brice Dellsperger’den “Body Double X” fetişizmin odağına bedenin parçalarını yerleştiği ve aynı zamanda serginin de cinsel fetişizm meselesine el attığı seyirlikler.

Derya Demir ve Leyla Gediz'in cesaretle giriştikleri ve açılışını bu sergi ile yapan Galeri Splendid'de dört ayrı sanatçının işi mevcut. Elçin Poyraz’ın fetişizmin kaynağından bulup getirdiği “saç”lar, Kaan Karacehennem’in yüzlerini binbir şekilde gizleyen eşcinsellere ait fotoğraf serisi ve Barış Doğrusöz’ün her biri hareketli bir tablo olan, bilinmeyen mekânların tek bir görüntüsü ile fetiş haline getirilmesini masaya yatıran “7 ways to fake a perfect skin” isimli videoları, Arzu Oto’nun Ege’nin özlenen bir anıyla fetiş arasındaki ayrımı bulanıklaştıran resimleri görkemli Splendid’in ilk işleri.

Serginin merkez üssü Karşı Sanat, İstiklâl Caddesi’nin genişletilmiş fetiş evrenine altı sanatçının katılıyla açık bir kavramsal yükleme getiriyor. Amerikalı Laura Parnes’ın videosu “The only ones left” ilhamını Amerika’nın artık eski başkanı olan George W. Bush’tan alıyor: “"At some point, we may be the only ones left. That’s okay with me. We are America.” Bu cümlenin resmi hale getirmekle birlikte onayladığı şiddeti merkeze alan video üç ayrı kanaldan “ufak” bir mafya iç hesaplaşmasını teşhir etmekte. Hemen yanında ise Oliver Pietsch’in Performance adlı videosu ise fanatikliğe alışık Amerikan gençliği ve Amerika’ya ilk kez adım atan Papa’nın ironik karşılaşmasını gösteriyor. Uruguay’dan Paula Delgado’nun erkek bedeninin peşine düşülen fetişler arasındaki yerini teslim ettiği video projesinin yanısıra Tayfun Serttaş’ın Tarlabaşı Bit Pazarı’ndan ayıkladığı, işlevlerini kaybetmiş ya da işlevlerinden sıyrılarak “çöp” niteliğine ilerleyen nesneleri yine aynı yerden bulduğu antika objelerle bir araya getirdiği tezgâhı yer alıyor. Serginin ses odaklı tek parçası Erdem Helvacıoğlu’nun: Karşı Sanat’ın mutfağındaki ocağa ve davlumbazda bir ses yerleştirmesi yer alıyor.

Serginin bu son derece çoğul, yaygın, çeşitli, niteliğinden fazlasını yüklenmiş nesneleri, kavramları bir araya getirmekte gayet net bir amacı hatta açık bir daveti var: Fetişi gör, onunla yüzleş. Ama inkar et ya da etme farketmez; o senin.

Yayınlanma Tarihi: Ocak 2009