Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Marcel’in Bildiği

(Bu makale Roman Kahramanları'nın 3. sayısında yayınlandı, 2010 Temmuzunda.)

2000 küsur sayfalık Proust romanını bitiren okurun aklında sayısız şey kalır. Öncelikle geçmişe özlem, bir dönem Fransa’sının ve toplumsal kastlarının yaşayışı, renkli salon hayatı, dönemin politik olayları –l’Affaire Dreyfus/Dreyfus Vakası- ve büyük bir sosyal bir değişimin (neredeyse eksiksiz) panoraması... Daha da derinlemesine düşünen okur başka şeyler de hatırlayacaktır: Aileye dair derin duygular, arkadaşlığın ve aşkın tarifsiz acıları(nın anlatımı), kayıp duygusuna dair nitelikli betimlemeler, acı bir kıskançlık, özlem, kendini arayış ve bütün bunlarla şekillenmiş bir yaşamı, geçmişi hatırlamanın ve bununla birlikte yaşanılan ve anlatılan her şeyi anlamlandırmanın tatmini. Aslında bir bireyin yaşamının neredeyse tamamını okuruz Proust’un romanında, anlatıcının yaşamının tamamını, onu nasıl yaşadığını ve nasıl anlamlandırdığını… Kronolojik olarak dizersek, bir adamın kendi doğumundan önce, ailesinin tanıdık çevresinden olan birinin yaşadığı bir aşk hikayesine (“Swann’ın Bir Aşkı”), sonra çocukluğunun onda iz bırakmış anılarına, daha sonra bu anıların tesadüfen bir tetiklenme ile zihninde tekrar canlanışına, seyahatlerine, şehirdeki yaşamına, aşklarına ve dostluklarına, girip çıktığı salonlara, yalnızlığına, yazma uğraşına ve sonunda olgun bir adama dönüşmesine şahit oluruz. Kurmaca ama son derece detaylı çizilmiş, dönemin gerçek yaşamıyla birebir örtüşen sosyal aksları olan bir yaşamdır bu. Marcel Proust’un değil, Marcel adlı bir karakterin yaşamı…

Bu kurmaca yaşamı, birinci tekil şahsın ağzından okuruz. Kurmaca bir anlatıcı (yani Marcel), kurmaca bir yaşamı, yani kendi yaşam hikayesini, o yaşamın sonuna geldiği bir vakitte dönüp bize anlatmaktadır: “Uzun zaman, geceleri erkenden yattım”[1]. Çocukluk anıları gözünde canlanmıştır, canlanmaktadır; bize çocukluğunun geçtiği Combray’deki yaşamı anlatmaya başlar, geçmiş zamanın hikayesi kipindedir. Lakin tam da bu noktada, okurun zihnini çelen fakat çoğu kez nasıl olduğunu okurun okurken çoğu kez gözden kaçırdığı bir küçük teknik “tuzak” belirir. Anlatıda uyuyamadığında düşündüklerini (Combray’ı, çevresini) anlatan anlatıcı birden ‘di’li geçmiş zamana sıçrar ve belirli bir anıya odaklanır: “Zilin mütereddit, çifte şıngırtısı duyulduğunda hepimiz bahçedeydik. Gelenin Swann olduğunu bilmemize rağmen herkes merakle birbirine baktı ve büyükannem keşfe gönderildi. Büyükbabam baldızlarına ‘Göderdiği şarap için anlaşılır şekilde teşekkür etmeyi unutmayın; biliyorsunuz şarap mükemmel, kasa da çok büyük,’ diye tavsiyede bulundu.”[2] Buna benzer zamansal sıçramalar bu şekilde roman aslında boyunca devam eder. Marcel, böylece romanın önemli bir kısmında olgun ve anılarını anlatan anlatıcı konumundan anlattığı gerçekliğin zamanına sıçrar, bu gerçekliğin zamanında ikamet etmeye başlar. Anıları canlanan adam bir anda anlattığı anının içindeki adam oluverir, o sahnenin içinden konuşmaya başlar: “Ama bir kaç saniye sonra, anneme o notu yazmakla onu kızdırmayı göze alarak, kendisini tekrar görebileceğim anı adeta ellerimle tuttuğumu hissedecek kadar ona yaklaşmakla, onu görmeden uyuyabilme ihtimalimi ortadan kaldırmış olduğumu hissettim[…][3] Dahası anlattığı sahnenin gerçekliğine hepten kapılır çoğu kez, tam o anda Combray’ı düşündüğü geceleri anlatırken, hatırladığı başka sahnelere de sıçrayıverir ve şimdiki zaman kipine geçer: “İkinci bir yudum alıyorum, ilk yudumdan fazlasını bulamıyorum, üçüncü yudumda ikinci yudumda bulduğum kadarı da yok. İçmeye son vermem gerek, iksirin etkisi azalıyor sanki. Aradığım gerçeğin onda değil, bende olduğu belli.”[4] Dolayısıyla romanda, anlatıcının zamansal konumu açısından dikkatle takip edildiğinde hemen beliren şudur: Romanda aslında üç tane anlatıcı vardır, romanın başında kendi anılarını anlatır gibi söze başlayan (aslında anlatının şeklini ortaya çıkaran) Marcel, gençliğinde bir “madeleine deneyimi” ile çocukluğunu hatırlayan Marcel ve çocukluktan itibaren büyüyen Marcel. Anlatının zamansallığı bu üç anlatıcının sözü arasında dolaşa dolaşa kurulmaktadır. Romanın sonunda ise son kez olgunlaşmış bir Marcel sözü alır ve anlatıyı kapatır: “Evet, kafamda yeni oluşan Zaman fikri, artık bu esere kendimi vermem gerektiğini söylüyordu bana […] Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlılar olarak tasvir edecektim kesinlikle, çünkü insanlar yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.” [5]

Ne demektir bu? Adı zaten “Kayıp Zamanın İzinde” olan bu romanın sadece zamansal oluşumunun bir öğesi ya da temel öğelerinden biri midir bu “tuzak”? Ya da anlatıbilimin olanakları ile çözümlenip, işaretlenip anlatının kendi kıymeti içinde yerine yerleştirilecek teknik bir öğe midir bu? Belki ikisi de değil. Anlatıya dair genelleştirilmiş bir analize yaslanmaktansa, okurun zihninde bu anlatıcılar birlikteliğinin neler yaratabileceğine bakarsak Proust romanının o anlatılagelen efsanevi, mistik aurasının ya da Bergsoncu “zaman algısı” çözümlemesinin, ya da Freudyen bakış açısının ötesinde bir şeyler bulmaya belki de yardımcı olabiliriz.

Romanların anlatıcı türlerini aşağı yukarı hepimiz biliriz; Proust romanında da yani birinci tekil şahıs üzerinden kurulan bu anlatıda da bir göz (adeta yukarıdan Tanrı’nın gözü gibi bakan, bir insanı ve onun içi dünyasını da hr şeyi bilerek izleyen ve afişe eden bir göz) yoktur, dolayısıyla iç dünyası bu gözün analizi ile ortaya çıkan bir karakter, kahraman da yoktur. Kendisini ve etrafını anlatan, üstelik gördüğü ve düşündüğü her şeyi kendi zihninden geçirip söze döken, bir yaşamın farklı evrelerinin içinden konuşan (yani üç farklı zamansal anlatıcıya bölünen) birinci şahsın, Marcel’in sözü vardır. Böylece okur bu kahramanı dışarıdan izlemek yerine kahramanın kendi kendisini yakından (son derece yakından!) izlemesini izler, dahası kahramanın başkalarını izlemesini ve çözümlemesini izler. Anıların bile anı olarak değil de, daha hemen o anda gerçekleşmekte olan sahneler halinde, anlatıcının aktardığı olaylar olmasından hareketle, birinci tekil şahıs üzerinden kurulan bu izleme hali okurda da kahramanı izleme hali yerine, kahramın zihniyle birlikte, yanyana olma hali doğurur. Aynı şekilde Marcel’in içinde yaşadığı dünya da bizim için objektif değildir, Marcel’in subjektifliğini taşır ve bizim zihnimizde de bu şekilde canlanır: Dışarısı içeriden, Marcel’in içinden yola çıkarak kurulur. Dahası Marcel de bizim gözümünde içeriden dışarıya doğru kurulur: Bir insanın zihninin içindeyizdir, bu kişinin farklı zamanlardaki her türlü halini zihninin içinden takip ederiz, bize önce düşüncelerinden duygularından haber verir; bütün bunlar birleştikçe Marcel’i tanırız.

Marcel’i, Marcel kendisini bize bu kadar yakından (zamansal anlamda) ve içeriden anlattığı için tanırız ve aslında roman bitene dek de tanımaya devam ederiz. Hatta bir süre sonra bize kendisini anlatan insan gibi bile canlandırmayız onu. Bize dönüp kendisini anlattığı zaman kendi içimizde durup onun anlattıklarına bir o bir “başkası”ymış gibi bakmayız. Kuvvetli bir eşduyum geliştiririz. Onun neredeyse zihninin içine gireriz, bize anlattığı deneyimler ve onların değerlendirmeleri bile daha onları anlatırken şekillendiği için; kendisi bu deneyiminlerin anlamına (ya da çoğu kez farkına) onları anlatırken vardığı için, biz de ona eşlik ederiz. Zira kendi zihnini bize anlatırken zihnini o kadar açar ki, o zihne o kadar gireriz ki, düşünce akışına, onun artık dünyaya ilişkin deneyiminin zihinsel değerlendirmesine, adeta Marcel’in kendisine dönüşerek eşlik ederiz. Proust, Marcel’in anlam arayışının her aşamasında, hem farklı zamanlardaki anlatının bizim gözümüzdeki mesafesini, anlatıcının anlatıdaki var oluşunun zamanını anlatılan zamana yaklaştırarak azaltır, hem de bütün anlatıyı Marcel’e anlattırarak bizi Marcel’in zihnine, zihinsel dönüşümüne yakın tutar.

Böylece Marcel’in yaşamının anlamını, romanın sonunda varılan noktayı anlatı ile birlikte, anlatıcının sözünden hareketle, o söz ve zihin hiç durmadan o anlama yöneldiği için, adeta anlatıcı ile birlikte biz de keşfederiz. Marcel’in hem varlığını, düşüncelerini hem de vardığı fikri içselleştiririz. Marcel bize anlatırken, kendi zihninde olayların ve düşüncelerini anlatarak kurarken ve bunların analizini yaparken ve aralarında nedenselliğini kurarken;, bu nedensellikten hareketle ya da tam tersine spontane olarak (madeleine deneyimi gibi deneyimlerle) dünyanın, var oluşun anlamı keşfederken olabildiğince zihnine yakın dururuz ve sonunda onun kemale ermesi bizim de kemale ermemiz anlamına geliverir.

Niçin bu tür bir anlatı, anlatıcı? Proust’un bu deneyimi birebir yaşayıp, romanın sonunda Marcel’in anlattığı fikre ulaşıp, sonra da aynı deneyimi Marcel adında kurmaca bir karaktere, üç farklı zamansallığın içinden anlattırarak okuruna da yaşatmak isteyip istemediğini asla bilemeyiz. Kanıtlarımız olsa bile: Anlatıcı Marcel ile Marcel Proust arasındaki sosyal yaşantı benzerlikleri, doğrudan romanın içine dahil edilmiş Saint Germain muhiti sakinleri[6], Marcel’in arayışını şekillendiren sanat, edebiyat, tarih, toplumbilim ya da bilim akımlarının, fikirlerinin Proust’un dönemindekilerle ortaklığı, ... Çünkü tam tersi yönde kanıtlar da bulabiliriz: Marcel ve Marcel Proust karakter açısından birbirlerine hayli uzaktırlar, roman ilk tasarlandığı haliyle bizim okuduğumuzdan hayli farklıdır, araya giren Birinci Dünya Savaşı Proust’un bile beklemediği türden tahribata ve değiştikliğe yol açmıştır, dolayısıyla Proust’un başlangıçtaki niyet olarak fikri ve deneyimi her ne ise Marcel’inki ondan hayli farklı bir yerde sonlanmıştır belli ki. Demek ki bu birinci tekil şahıs kullanımının ve okurla neredeyse lahzada kurulan zihinsel ortaklığın olası anlamlarını yazar-roman arasındaki ilişkiden ziyade, daha başka yerlerde aramalıyız belki de.

Proust romanını çoğu okur için güçleştiren şeylerden biri romanın felsefi ağırlığıdır. Romanın tarihine bakarsak bu türden (okurun gözünde “ağırlık” olarak ifadesini bulan) bir donanımı çoğunlukla 19. yüzyılın ve özellikle 20. yüzyılın romanlarında görürürz. Örneğin sürekli zihnini bize açan Marcel ile sürekli konuşan Tristram Shandy Beyfendi arasında üslup farkının da ötesinde, aslında dünya deneyiminin anlamının derinliği olarak da tanımlanabilecek türden bir anlayış ve kavrayış farklılığı vardır. Bu farklılığı elbette hemen 16. yüzyıl romanının 19. yüzyıl romanına nazaran felsefi “hafifliği”ne vermeyelim hemen; hafifliğin tam da Calvino’nun da sıraladığı erdemlerini düşünürsek, 16. yüzyıl romanı ona kaynak oluşturan dünya deneyimi açısından hele Proust’un da şahit olduğu şekliyle hem toplumsal hem de bireysel anlamda, 19. yüzyılınkinden oldukça ayrı bir yerde durur, sonuç olarak bu farklılık kendisini felsefi donanımın şekli olarak belli eder; okurun gözünde ağır olan donanım aslında dünyanın karmaşıklaşmasıyla ilgilidir, hafif olan şey ise belli ki dünyanın bireyin gözünde henüz (en azından 19. yüzyıldan itibaren olduğu gibi) o kadar da karmaşıklaşmadığı bir dönemin, dönemlerin romanlarına ait olan bir erdemdir.

Sonuçta 19. yüzyıla gelinceye dek romanların, hem yazıldıkları dönemler itibariyle, hem de romansal hakikatin arka planını oluşturan ve romanda söylem olarak bulunan düşünsel temelleri açısından açıkça Proust’un döneminden farklı olduklarını söyleyebiliriz. Örneğin yine büyük bir genelleme dahi olsa 19. yüzyılın sonuna dek edebiyat akımlarını, bunların dünyaya dahil olma ve dünyadan beslenme şekliyle ilgili olarak sınıflandırmalara konu edebiliriz: Antik romanlar, tragedyalar, romantizm, dekadanlar, gerçekçilik, ahlak romanları, ulusal edebiyatların yolunu hazırlayan romanlar, anı, günlük, deneme... Elbette bunların her biri yeni bir tür olarak ortaya çıktığında bu derece keskin sınırlarla ifade edilemezdi, bugün bile her bir tür için her seferinde yeniden düşünmekteyiz. Yine de, 19. yüzyılın sonundaki roman-dünya ilişkisi düşünüldüğünde önceki dönemlerin oldukça homojen yapılarına karşın bu kez başka türden yapıların kurulmaya başladığını fark ederiz. Edebiyat ya da sanat yapıtlarını kolaylıkla sınıflandırmaz, tür olarak bile adlandırmakta zorluk çekeriz. Adına modernlik dediğimiz çağın edebi ürünlerinin, tam da çağın bünyesinde barındırdıklarını yansıtmaları nedeniyle kendilerinden öncekilerden ayrıksı, ayrı durmaları söz konusudur.

Peki bu “ayrıksılık” nasıl ifade buluyor olabilir eserlerde? Çağın hastalıklarını (tema, konu ya da karakterlerinde özellik olarak) bünyesinde taşıyan her edebi eser “ayrıksı” mıdır? Ya da modern çağın tüm eserleri sadece yazıldıkları tarih nedeniyle öncekilerden farklı mıdır? Bu ayrıksılık nedir, nelerden oluşur, neye bakarak romanların ayrıksılığından bahsediyoruz? Aslında tam da yukarıda değindiğimiz “felsefi donanım” adıyla nitelediğimiz okurların gözünde “ağır bir roman” olan şeye bakarak. Aslında çoğu okurun bununla kast ettiği şey karmaşıklık, anlaşılamazlık, ve özellikle okuduklarını bir okuyuşta halihazırdaki dünya deneyimi ile kavrayamayışıdır. Bu “ağır” tanımına bazen dilsel özellikler de eşlik eder, bazen yazarın son derece şahsi kavramları, deyişleri söz konusu olur, bazen dilin semantik yapısına müdahaleler söz konusu olur. Okur tarafından ağır olmakla itham edilip, felsefi donanım olan şey ise aslında artık son derece karmaşık bir hale gelmiş olan ve gitgide daha da karmaşıklaşan dünya deneyiminin çözümlenme girişimidir.

Özellikle Proust’un romanının içeriğinin bile tamamen bu çözümleme işine vakfedildiğini ve bunu birinci tekil şahısın gözünden gerçekleştirildiğini düşünürsek ağırlıktan değilse de, bu (karmaşık) yaşamı anlama işiyle uğraşan felsefenin birden çok aksını kullanma girişimiyle karşı karşıya olduğumuzu fark edebiliriz.

Romanda bu modern yaşamı habire analiz eden Marcel, işe durmaksızın dönemin felsefi yaklaşımlarını koşmaktadır. Gerçekten de en bilinenlerinden ve görünür olanlarından bir tanesi Bergsonculuktur. Fakat dönemin asıl felsefi alanı bireyin alanıdır: Zamanın ruhunu, birey ve onun özel, kamusal hayatı, kendi kendisini bu alanlarda inşa edişi, aklı (akıl sağlığı), çalışma hayatı, dinlenme hayatı, birey için ailenin ve romantik aşkın yerinin tartışılması oluşturmaktadır. Dahası bireyin zihinsel aktivitesi, bunun sanat alanında (ya da sanat beğenisinde) dışavurumu, bireyin nüktedanlığı (ya da dili nasıl kullandığı, kendisini nasıl ifade ettiği), özetle aklına nasıl ve nerede vurgu yaptığı insanlar arasındaki ilişkilerin de temel meselesidir. Çünkü yaşamın anlamı araştırma işi artık tamamen bireyin sırtınadır; kurumların (örneğin kilisenin) tekelinden çıkıp sivil toplumun, yavaş yavaş (ya da hızla) katmanlarında çoktan yayılmıştır.

Dolayısıyla belki de Proust’un romanının kurgusu yani Marcel’in tek gündemi olan kendisini, yaşamanı anlama ve anlatma gayretinin (üç ayrı zamanda var olan) birinci tekil şahıs üzerinden okura kuvvetli bir zihinsel ortaklık yaratarak da geçirilmesi asıl anlamını birey etrafında şekillenen bu “modern zamanların ruhu”nda ve yine bu “ruh”un felsefe tarafından hem o dönemde hem de bugün üstlenilmiş oldukça çeşitli analizlerinde bulabilir. Bireyin kendi kendisini inşa edişi bütün romanın iskeleti olmakla birlikte, bu inşanın birinci tekil şahısın (zamansal olarak ayrıştırılarak) gerçekleşmesi, bu kullanımın okurda yarattığı eşduyum “ilüzyon”u, çağın ruhunun felsefi anlamda düşündüğü, tartıştığı bireyi ve onun aklının hareketini, bu hareketin eşsiz oluşunu da vurgulama peşindedir. Sonunda Proust’un yaşamının son 14 senesini vererek, hayattan çekilerek, kendi üzerine perdeler çeker yazdığı romanı da eşsiz hale gelmiştir. Çünkü birey nasıl ki 19. yüzyıldan, romantiklerden beri toplumun mihrabı olduysa, aynı şey romanlar için de geçerlidir; Proust’un romanı da bu mihrabın en yüksek noktası olmaya yazgılı gibidir. İnsandan, insanın düşüncelerinden, eşyayla ilişkisinden, bilincinden veya bilinçdışının hareketinden, yaşama isteğinden ve yaşamı anlamalandırma isteğinden başka bir şey yönünü çizmez Kayıp Zamanın İzinde’nin. Zamanı da insan algısına, insanın yaşamına indirir; var oluşun bu zamandaki kipi ile ilgilenir, sekülerliğin ilanının ünlemidir de. Eğer kurgunun ilüzyonuna kapılırsak ve bu kitabı gerçekten de romanın sonunda, tam da bu kitabı yazmaya karar vererek anlatıyı kapatan Marcel’in yazdığına inanırsak, Marcel’in bu roman için gerçekleştirmek istediği her şeyin gerçekleştiğini görebiliriz: “Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan” varlıklardır bu romandaki insanlar; insanın bizi varlığın zaman içindeki var oluşunun her halinin inceliğine ve derinliğine ikna ederler.



[1] Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde, Swann’ların Tarafı, s. 9, Yapı Kredi Yayınları, 2000

[2] a.g.y., s.30

[3] a.g.y., s.38

[4] a.g.y., s.51

[5] Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde, Yakalan Zaman, s. 355, Yapı Kredi Yayınları, 2002.

[6] Roland Barthes, Romanın Hazırlanışı adlı (anlatmaya ömrünün yetmediği) Collège de France derslerinin bir tanesini bu konuya ayırmıştır. Proust’un arkadaşlarını, çevresini fotoğraflarıyla birlikte, romanın karakterleriyle karşılaştırır, hatta eşleştirir.

Hiç yorum yok: