Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Metnin Evi, Metnin Evreni (Edebiyat eleştirisi için bir öneri)

(Birikim'in 258. sayısında yayınlanan yazı bu.)

Edward Said’in 1983 tarihli “Dünya, Metin ve Eleştirmen”[1] yazısı, yazıldığı dönem için hayli kuvvetli bir etki alanı olan bir problematiğe değinir: Edebi metinlerle eleştiri arasındaki ilişkinin doğası nedir, acaba metinler belirgin bir eleştiri için alan açarlar mı yoksa artık metin üzerine söylenen her şey mübah mıdır? Eleştirel teoriyi bu kadar temelden yeniden ele alma girişimi, açık yapıt meselesinin, kısaca metinlerin okur tarafından yorumlanan, yorumlandıkça açılan “yapı”lar oluşunun teorik anlamdaki ilanının hemen arkasından gelir. ‘70’lerdeki bu“okurun katkısı” odaklı eleştirel girişimler, Batı dediğimiz bölgede siyasi açıdan daha sık ve net olarak dile gelen (ve artık her yerden duyulan) özgürleşme, demokratikleşme taleplerinin, edebi alandaki yankısı gibidir: Metinlerin artık okura mesafeli bir yere konumlanarak, eleştirmen tarafından değerlendirilmeyi, yani sadece uzmanları tarafından çeşitli boyutlarıyla ele alınmayı bekleyen şeyler olmadığın ilanıdır “açık yapıt” teorisi ve onun getirdiği yorumlama özgürlüğü. Karşılığında Said bu haklı taleplere rağmen yorumlama özgürlüğü konusunda gördüğü bir eksiği dile getirir. Ortaçağ Endülüs’ünün bir tartışmasından, metnin anlamını kelimelerin dış dünya ile bağlantısında arayan Zahiriler ve kelimelerin içkin anlamını araştıran, anlamın böyle ortaya çıktığını savunan Batıniler arasındaki tartışmadan yola çıkarak, metinlerin aslında dünyadaki varlıklarını düşünüp tasarlayarak oluşturduklarını, hiç değilse dünyanın tenine değme çabası içinde olduklarını, bu çabanın ise belirgin bir dönemi ve var oluş biçimini hedef aldığını söyler, kabaca. Metinler dünyevidir, dünyadadır, bugündedir. Said böylece metinlerin kendi dünyeviliklerini ilan ediş biçimlerinin de onlara yönelecek eleştiri hamlelerinin de yönünü belirlediğini söyler. Bu durum da sonuç olarak şöyle bir tespiti gerekli kılar: “Metinler demokratik mübadele olguları değil, iktidar olgularıdır.”[2] Metinler okuma hiyerarşisi içinde tepede yer alırlar, bir metin eninde sonunda kapanmıştır, yazılıp bitirilmiştir, geriye ona eklenecek bir söz kalıyorsa o sözün, “dindarlık, umursamazlık ya da rutine gömülmüşlik yüzünden gizli kalmış olan şeyleri bulup açığa çıkarma anlamında sahiden yaratıcı olma”, dahası “metinlerin metinselliği tarafından tahakküm altına alınan, yerinden edilen, ya da susturulan sesleri dile getirme”[3] yükümlüğü söz konusudur.
Bu önermeyle aslında iki yaklaşımı bir arada yürütmektedir Said. Hem metinlerin eninde sonunda hiyerarşik olgular olduğu, metnin okurunun metne kendi biricik zihni dahilinde yaklaşırken yine de metnin onun bir adım önünde bu yaklaşmanın yolunu çizdiğini söyler, hem de metnin bunu yapabilmesinin yolunun metnin dünyaya açılmasından, kendisine dünyada bir yer edinmesinden ve içeriğinin, biçiminin buna göre tasarlanmasından, sonra da bu tasarının çeşitli konjonktürel yapılar tarafından değerlendirilmesinden geçtiğinin altını sıkı sıkıya çizer. Bu iki açılı önermeye bakarak metinlerin iktidar olguları oluşlarının “metin” oluşlarından, bir bakıma bir tek kişi tarafından oluşturulup, tamamlanıp dünyaya bırakılmış olmalarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Daha da ileri giderek, ‘70’lerin metinlere dair her türlü yorumu teorik anlamda artık mübah kılan özgürlükçü havasının, daha hemen ‘80’lerin başında böyle bir hatırlatmayla, hafifçe gerçekliğe davet edildiğini de düşünebiliriz. Hatta daha da ileri gidip,  ‘70’lerin siyasi ya da edebi özgürlük adına açtıkları alandaki belli belirsiz naifliğe kanmadan, dünyadaki iktidar olgularını (edebi alandakiler dahil olmak üzere), “iktidar oluşun” doğasını derinlikle tartışmadan asla yerlerinden kolaylıkla oynatamayacağımızı da öne sürebiliriz. Ve eğer metinlerin dünyaya, bize ne dediğini masaya yatırmak niyetindeysek de artık bunu metinleri metin yapan, dünyeviliklerinin ilanını gerçekleştiren iç yapısını ve bu iç yapının da içine yerleştiği diğer toplumsal yapıları ve onların iktidar konumlarını (örneğin kanonu) da hesapa katarak gerçekleştirmeyi gözümüze kestirmeliyiz; tabii eğer metnin ne dediği konusunda yeni bir şey söylemenin tek yolu Said’in de dediği gibi “metinlerin metinselliği tarafından tahakküm altına alınan, yerinden edilen, ya da susturulan sesleri dile getirme yükümlüğü”nü omuzlarımıza almaksa .
Bugün Türkiye’de yaşayan ve metin eleştirisine dair aşağı yukarı 30 sene önce önerilmiş bu yolu denemek isteyen okurun ya da eleştirmenin omuzlarına alması gereken sorumluluk ise hem bundan biraz daha fazla hem de aslında oldukça farklıymış gibi görünmekte. Türkçe’de metinler dünyeviliğin içine yerleşme açısından dış dünyadaki örneklerinden bir çok açıdan ayrıldığı için böyle bu. Elbette Türkçe’deki yazılı kültür ve özellikle edebi alan adına söz alan herkesin bu farklılığı yaratan temel değerler ya da oluşlar üzerine söyleyecek çok sözü mevcut, lakin dünyeviliğin ya da dünyaya seslenmenin çözümlenmesi, anlamlandırılması, kısaca eleştiri söz konusu olduğunda bakış açımızı daraltmak gerekiyor.
Öncelikle şunu belirtelim:  Söylenmeyeni bulma” görevini üstlenen eleştirmenin ele aldığı metinler, Türkçe’de iktidara ilişkin kurumlar ya da kültürel iklimin geneli tarafından bir kanon halinde düzene konmaz, hiyerarşiye yatırılmazlar. En azından böyle bir düzenleme devlet-hükümet gerilimi içinde hakkıyla yapılmaz, kanon denen yapıda konjonktüre bakıldığında hiç olmaması gereken edebi eserler de yer alabilir ya da tam da yer alması gerekenler es geçilebilir. Kültürel iklimin geneli ise bu gerilimden payını alarak halihazırdaki yapıya karşı başka bir yapı oluşturabilir Örneğin Özal Dönemi sonrasında siyaset, ekonomi gibi alanların dış dünyaya açılmasını bir yabancı “best seller” dönemi izlediyse de bu hamlenin karşısında ağırlıklı bir “milli/Türkçe edebiyat” yapısı, üstelik içine bu kez “milli” olandan epeydir dışlanan eserleri de alarak aşağıdan yukarı doğru genişledi. Hatta ilginç bir biçimde, uzun vadede, şiir-roman formu açısından bakarsak ,dünya edebiyatıyla karşılıklı ilişki içine bile girdiği söylenebilir. Böylesi bir yapının bir karşı-kanon olduğu da iddia edilebilir, ama bu yapı da lise ya da üniversite gibi eğitim kurumları tarafından kriter olarak düşünülmemektedir.
Dahası çoğu ülkede kanonun başlangıç noktası sayılan, Türkçe’de de yazılı kültürün ürünlerini sistematik bir biçimde değerlendirerek örgün eğitimin müfredatına sokan bakanlık yani Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda kriter oluşturmaz; bunun yerine M.E.B. kitaplarında neredeyse her türden metni inceleyen kitaplar temel kaynakları ya da ders kitaplarını oluşturur, kısaca metinler arasındaki mesafe çoğu kez ise M.E.B.’e göre aşağı yukarı aynıdır, birinin diğerinden şu ya da bu değerler uyarınca üstün olup olmadığı tartışma konusu edilmez, sadece hangi metinlerin kitaba alındığı, hangisinin alınmadığı bir kriter olarak sayılabilir; kitaba alınanların genel olarak ideolojik konjonktürel bir değeri yansıttığı, karşıladığı düşünülebilir. Özetle örgün eğitim sisteminde metinlerin dünyeviliğinin (Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerinin ideolojik olarak ele alınması dışında) genel anlamda değerlendirilmesine kaynak oluşturacak bir değerler sistemi de yer almaz. Bu genel duruma yazılı kültürün bir diğer ayağı olan basın organlarının, kamunun ilgisine metinlerin dünya ile ilişkisinin ne olabileceği yönünde bir analiz sunmadığını, bu yönde bir değerler sistemi ya da hizalama geliştirmediğini, hatta metinler üzerine tartışmak için bile çok az alan açtığını, bu alandaki hareketin de kısıtlı olduğunu, az sonra aşağıda görebileceğimiz değerler hiyerarşinin (saf bir estetik ya da yazar açısından değerlendirmenin) dışına çıkmadığını da ekleyebiliriz. Böylece elde ettiğimiz sonuç şu olur: Kanon ya da metinlerin değerlendirilmesi Türkçe’de son derece eklektik, konjonktürel bile diyemeceğimiz kadar parçalı bir yapı sunar; metinlerin dünyaviliği ya da anlamı konusunda değerler ve kriterler bölgeden bölgeye ve zaman içinde “ilginç” diyebileceğimiz değişiklikler gösterir. Bu durum ise metinlerin değişmesinden hayli farklıdır; metinlerin anlamlarını okumak adına zaman içinde inşa edilen ve her ne kadar çoğu kez dünyanın, zamanın ruhunun gerisinde kalsa bile bir toplumun değer inşa etme kabiliyetini bir nebze olsun gösteren kanon ve ona has kriterler Türkçe’de işlevsel bozukluk gösterirler. Bu hali hızlıca, toplumlar yazılı kültürle olan ilişkisi dahilinde  anlaşılır kılmak mümkün; dün toplum yaşayışının şekilsel özelliklerinin bugün de metanın dolaşım değerinin başlıca değer olabildiği toplumlarda, insanlar ve devletli yapı arasındaki mesafenin hayli açık olduğu alanlarda bu türden işlev bozukluğunun görüldüğünü söyleyebiliriz. Lakin insanların bir güç olarak metinlerin dünyaya ilişkin sözlerini kullanmadıklarını ya da kullansalar bile bu sözün işe yaramadığını ve sonuç olarak da bu söze ilişkin bir değerler sisteminin olmadığı toplumlarda ve yerlerde bile edebiyat ya da metinler hala vardır. Dolayısıyla metinler hala dünyaya bakıyorlardır.
Türkçe’de –bu mevcut eklektik haliyle- bir kanonu yani metinlerin dünyeviliğini ve anlam alanlarını/kriterlerini inşa edenler, bu metinleri üretenlerle ya aynı kişiler olur ya da en azından aynı edebi alanı paylaşırlar. Bu da açıkça şu demektir: Metinlerin dünyadaki varlığı, anlamları, söz aldıkları konular açısından unutulması ya da gündeme (bazen yeniden) getirilmesi, yalnızca üretildikleri metinsel alanda ve onları üretenler ve çevresi tarafından gerçekleştirilir. Metinler edebiyat dergilerinde değerlendirilirler, yalnızca edebiyat meraklılarının izlediği sempozyum ya da panellerde ele alınırlar ya da örgün eğitimden sonraki aşamada yani üniversitelerde, edebiyat bölümleri (ve öğrencileri) tarafından çalışılırlar. Yazarlar ve eleştirmenler, kısıtlı sayıdaki okur ile başbaşadır.
İlk etapta böylece bu panoramada yani yukarıdan gelen bir değerler sisteminin yokluğunda ya da zayıflığında yahut kısıtlılığında yazarlar ve eleştirmenler (hatta okurlar için) için bir “özgürlük” alanı açıldığı düşünülebilir. Bu kısıtlı alanda bile olsa metinlerle ve onların gücüyle uğraşanlar rahat bırakılmış izlenimi vardır. Metinlerin dünyadaki varlığı kanonize edilmiyor, tahakküm altına alınmıyorsa, o halde metinlerin içeriği ve onların gerçeğe, dünyaya müdahalesi de baskı altına alınmıyor gibi görünebilir. Oysa daha yakından bakmak şeylerin doğasını daha net gösterecektir: Aslında metnin dünyadaki varlığının iptalidir bu. Metinlerin ne olacağına, onlarla ne yapılacağına,nasıl anlamladırılacağına karar verilmesi anlamında edebiyatçılara (eleştirmen ve yazarlara) ve okurlara bırakılan bir alandan ziyade, metinlerin varlık sebebini, dünyaya yönelişini yalnızca tek bir alana hapsedilmiş, metinlerin dünya üzerindeki gizilgücü dünyadan soyutlanmış demektir. Dünyanın varlığından ve gidişatından metinleri, etkilerini, varlıklarını ayıklamak, soyutlamaktır bu.
Bu noktada dünyanın bu gizilgüçten mahrum kalmasının etkilerini bir yana bırakalım. Kamusal yapıların, iktidar olgularının metinlerin sözünden azade, ne halde ve hangi değerlere dayanarak varlıklarını idame ettirecekleri, sayıları az bile olsa onları dönüştürmek, kendileri için “daha iyi” hale getirmek peşinde olanların üstündeki tahakkümlerini nereye kadar ve hangi araçlarla devam ettirebilecekleri ayrı bir konudur. Metinlerin soyutlandıkları alandaki eleştiri olanakların  geri dönersek, tam da bu soyutlama harekatının eleştiri hamlelerin ayağına daha en baştan dolanmaya aday olduğunu görürürüz, metinleri dünyadan daha baştan tamamen kopardığı, dolayısıyla aslında metnin dünyeviliğini, dünyaya değme çabasını -bırakalım bastırmak- hepten boşa çıkardığı için.
Dünyayla bağlantısı olmayan böylesi  bir alanda metinlerin ne dediği tamamen yine metinlerle iş görenlerden sorulmak durumunda olduğundan ve metinlerin sözünü ve sözün değerini onlar belirleyeceğinden, metin ve dünya arasında kurulması beklenen iktidar ve karşı iktidar dengesi de, metinleri var edenlerle metinlerin neyi nasıl dediğiyle ilgilenenler arasında kurulmak durumunda kalır. Büyük bir iyi niyetle metinlerin dünya hakkında söylediklerine, bunu hangi dünyevi bağlamda, nasıl söylediğine bakmaya niyetlenen eleştirmen de böylece kendisini bir anda metni üretenin karşısında bulacaktır; ya kendisini böyle algılayacak ya da böyle algılanacaktır. Bunun en güncel kanıtı metinden hareketle yazarların eleştirildiği “eleştiri yazıları”nda hemen bulunabilir. Bu kaymanın yalnızca edebiyat dünyasındaki iç çekişmeden, edebiyatla uğraşan insanların “hamaset”inden kaynaklandığını düşünmek haksızlıktır, asıl neden dünyanın metinle ilgilenmemesidir, onu yok saymasıdır. Metnin dünyayla ilgileniyor olması da, dünyanın metni dışlaması nedeniyle edebi alanda ikinci plana düşer, rahatlıkla. Sonuçta ya metnin dünyayla kurmaya çalıştığı ilişkiden ziyade, sadece metnin içsel yapısına dair olan öğeler, ya da yazarın ta kendisi bu kısıtlı alandaki eklektik kanonizasyonun öncelikli kriterleri olarak görünür ve dünyayla ilişkiden bağımsız bir estetik hareket edebi eleştirinin genel bağlamı haline gelir.
Eleştiri alanındaki iktidar çekişmesi de böylece bu saf estetiğe[4] ya da yazarın kendisine[5] indirgenmiş edebi eleştirinin çeşitli tarafları arasında cereyan eder. Özetle bu kanonik bir yaklaşımın belirlediği yöntemin, üslübun ya da içeriğin haricinde, metinden dünyaya bakan her türden yorum buradaki kanonun dışına taşan bir “aşırı yorum” olarak algılanacaktır. [6] Dahası zayıf da olsa kamunun var olan ilgisi de bu türden değerlere yönelecektir, zira basın yayın organları da çoğunlukla polemik arz eden eleştiriye ya da yüzeysel estetik değerlere odaklanmaktadır. Yukarıdan gelen, yazının başında belirttiğimiz bu genel eklektik kanonun bir parçası olan yapı olan ise çoğunlukla bu iki tür yaklaşımı da dışlar, lakin dünyaya değmesinin konjonktürel olarak faydalı olabileceğini düşündüğü metinleri zaten içine çoktan almıştır ve almaktadır; bunlar konusundaki kriterleri ise kendi bileceği iştir.
O halde yazının başında, Said’in bahsettiği türden, metinlerin dünyeviliklerini araştıran, metinlerin değdiği  ama tahakküm altına alına değerleri dillendiren, dünyaya söylenen sözün araştırmasına girişen eleştirmen bastırılanı bulmak için Türkçe’de oldukça farklı ve zor bir malzemeye sahiptir, açıkça. Öncelikle yukardan gelen ve zayıf da olsa ses verek kanonu değer inşa sırasında çoğunlukla görmezden gelecektir, yaklaşımını bu kanonun da nasıl işlediğini görerek belirleyecektir. Daha da önemlisi, asıl tam da beslendiği alanın tahakküm mekanizmalarını görebilmek, estetik değerlerini yeniden ele almak durumunda olacaktır artık. Kendisinin de dahil olduğu alandaki susturulan şeyi (sözü) arayıp bulmak konusunda gerçekten yaratıcı olması gerekecektir.  Büyük bir açıklıkla dünyaya bakması, görmesi; aynı anda metne de bakması, ikisinin birlikteliğinin ya da ayrılığının hangi zamanda, hangi dil yapısında, hangi değerler içinde nasıl düzenlendiğine de dikkat ederek, bu kez sahiden estetik değerin içinde gizli kalmış olanı araştırması, özetle eleştirmenin kendisini var etme gücü olan zemine de temelden bir eleştiri getirmesi elzem olacaktır, eğer amaç metni dünyadaki gerçek anlam evreninin içinde, onunla ilişki halinde değerlendirmekse. Bugün Türkçe’de, metin dünyaya, dünya da metine, şimdilik bir ara yol gibi görünen, bu yoldan ulaşma fırsatını yakalayabilir ancak. Çünkü Said’in eleştirdiği mekanizmanın aksine, Türkçe’de eleştirinin sorunu, “her sözün mübah oluşu” değil, yalnızca belirli bir yorumun, yorumlama konusunun ve düzeyinin mübah oluşudur, kabul görmesidir, dünyayı açıklaması, anlamlandırmasıdır, üstelik parçalı ve zayıf görünen kanona rağmen, hatta büyük ihtimalle tam da kanon böyle olduğu için.
Metinlerin metinselliğinin nerede, nasıl kurulduğu daima politik bir harekettir, dünyaya ilişkin her hamlenin zaten politik bir hamle oluşu gibi. Türkiye’de siyasal anlamda açılmanın hiç gerçekleşmemiş olmasıyla Türkçe’de metinlerin dünyaya hiç değmemesi arasında yukarıda anlatıldığından çok da derinde yer alan doğrudan bir bağ vardır. Said’in önerisini dinlemek isteyen eleştirmenin bile isteye kendi üzerine aldığı sorumluluğu konusundaki en can alıcı nokta böylece belirecektir: Metinleri, yukarıdaki çerçeve dahilinde, kendi evlerinden çıkarıp dünyayla temas haline geçirebilmek için, dünyanın (burada Türkiye’nin, belki de toplumun, siyasi konjontürün, metinleri neden ve nasıl kendi evlerine hapsettiğiyle ilgilenmesi, bu toplumsal-siyasi ortamın neden bir kanonu bile değil de metinlerin kendisini dışlamayı tercih ettiğine, buna karşın metinlerin kendi evlerinde ne şekilde algılanıp kanonize edildiğine, bunun da politikliğine ve metinlerin bu çerçeveyle ne yaptığına, yapabildiğine: metinde böylece (içerik, biçim ya da üslup olarak) neyin saklanıp neyin görünür olduğuna bakması gerekecektir. Üstelik bu bakış da elbette metinlerin içinden gerçekleşecektir.
Eğer Said’in metinlerin iktidar olguları olması konusundaki önermesi doğruysa, metinler her şekilde kendilerini dışlayan toplumsal iktidar odakları hakkında da eleştirmene mutlaka konuşacaklardır, büyük ihtimalle de bir çok metin zaten ilk önce bu konuyu açacaktır. Zira metinleri yazarlar yazmaktadır, içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin söz söylemek, müdahalede bulunmak ve halihazırda metinlerini bekleyen kaderin ne’liği hakkında da söz almak niyetiyle yola çıkan yazarlar.



[1] Edward Said, “Kış Ruhu”, Metis Yayınları, İstanbul, 2000, s.120-145.
[2] a.g.y., s. 136
[3] a.g.y., s. 145
[4] Bugün Frankfurt Okulu adıyla andığımız marksist toplum eleştirisi ve onun estetiğe yönelik yaklaşımı, yani dünyanın bu türden “estetizasyonu” karşısında tavır alır, dünyadan kopuk bir estetik değerin var olamayacağını, estetik değerin kaynağının onun dünya karşısındaki eleştirel tutumu olduğunu savlar. Bu haliyle de dönemin güncel sanatını ve estetik değerlerini, aslında eleştirilmesi ve değiştirilmesi gereken toplumsal düzenleri yeniden üretiyor olmakla itham eder. Türkçe edebiyatın durumu benzemekle birlikte yine de bu duruma örnek teşkil etmez, Türkçe eleştiride saf estetikle kast edilen aslında toplumsal olanla bağlantısı dışarıdan kesilmiş olan metinlerin okunma biçimidir. Metinler kendi içlerine dünyayla olan temel ilişkilerini korumaktadırlar, lakin bu ilişki konjonktürel nedenlerle görmezden gelinmektedir. Oysa Frankfurt Okulu bu bağlantısızlığın metinlerin içeriğine ne yaptığına dair eleştiri geliştirmektedir. Yine de Türkçe’de görülen bağlantısızlıkla Batı’daki yüksek kapitalist sistemin yarattığı bağlantısızlığın sonuçlarının birbirine benzemesi olasılığının da her daim mevcut olduğu eklenebilir.
[5] Batı’da edebiyatın değerlendirilmesi uzun süre boyu yazar üzerinden gerçekleşmiştir. 19.yüzyıl bu anlamadaki bir kırılmayı da temsil eder, romantikler, gerçekçiler ya da dışavurumcular bile sadece yazar odağındaki edebi anlamlandırmayı teorik anlamda kırmışlardır. Metnin ne dediğinin değerlendirilmesi ve bunun kriterleri dünyaya söylenen bir söz olarak ele alınmaya bu dönemle birlikte başlamıştır, tam da dünyanın gittiği yer endüstri devrimi sonrasında gayrimemnuniyet yarattığı için. Burada Türkçe’de bahsettiğimiz yazardan hareketle eleştiri alışkanlığı, bir bakıma hem eleştirmen konum olarak yazarın karşısına geçtiği için hem de Türkiye’deki yapılar, teorik anlamda ya da sanayi/ekonomik/toplumsal anlamda Batı’nın geçmişteki yapılarını kendisine örnek aldığı için sürüyor olabilir.
[6] Bu noktada, Türkçe’de, metin anlamında da eleştiri anlamında da “toplumcu gerçekçi” adıyla (toplumcu gerçekçi yazarlardan hareketle) anılan ve temelde klasik marksist kanallardan beslenen yaklaşımlar konusunda burada bir parantez açmak gerek. Bu türden bir edebiyat ve eleştirisi Türkçe’de mevcut, bu yapıyı da yukarıdaki eklektik kanonun içinde değerlendirmek gerekmekte. Bu türden bir edebiyatın ve eleştirinin de, bu kez estetik değerin kriterini “toplumu yansıtmak”la eşdeğer tutarak, Türkçe’de estetiğin diğer tarihsel ya da bağlamsal öğelerini göz ardını ettiğini söyleyebiliriz. Biçim ve içerik konusundaki bu “uzlaşmaz” gibi duran iki tavır marksist estetiğin de genel bir sorunu olagelmiştir. Dolayısıyla bu sorunun iki kaynağı var gibi durmaktadır. Türkçe edebiyattaki toplumcu gerçeklik akımını ve eleştirisini de marksizmin genel ve güncel terimleriyle de, metinlerin dünyeviliğinin açtığı teorik yaklaşımla da bu tartışmaya paralel olarak değerlendirmek de mümkün olabilir. 

Hiç yorum yok: