Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Said’in Disiplinli Geçliği

(Bu yazı yayınlanmadı)

Edward W. Said 1935’te doğdu, 2003’te öldü. 1990’ların başında hasta olduğunu öğrenmesi 60’lı yaşlarına rastladı, aynı dönemde tedavisinin pek umut vermeyeceği de belli oldu. Ölümüne dek büyük bir disiplinle yazmayı, konferans vermeyi sürdürdü .Ölüm karşısındaki entelektüel üretim, sanatçının geçliği teması belli ki böyle bir içsel itkiyle diğer ilgi alanlarının yanına yerleşti; diğer projeleriyle birlikte (hümanizm, demokrasi temalarını, Daniel Barenboim ile projesi “Doğu-Batı Divanı”nı ilk elden sayabiliriz), bir grup zamanının ruhuna aykırı sanatçı ve entelektüelin 20. yüzyılın başına ya da ortasına denk gelen geçliklerini ve geç dönem eserlerini, kendisinin de 20.yüzyıl sonu-21.yüzyıl başına, o dönemde artık kesin bir şekilde yerleşen geçliğinin perspektifinden böylece okumaya girişti. Öldüğü yılın başında, 2003’te, Irak’ın işgalinin hemen öncesinde Kahire ve Beyrut’taydı, o gergin ortamda konferans veriyordu, arkasından Avrupa’da Barenboim ile müzik öğrencilerinin eğitiminin peşindeydi, sene bitmeden de “Geç Dönem Üslübu”nu bitirmek niyetindeydi, yetiştiremedi ama kalan malzeme bir araya gelecek denli derli topluydu, ölümünden sonra kitap yayınlandı.

Geç Dönem Üslubu’nda “geçlik” kavramını, kendisini en çok besleyen Adorno’dan alır Edward Said, hareket noktası şudur: insanın ömrünün evreleri eserlerini biçimlendirir. Eserlerin genel yapılarıyla insani zaman algısı arasında bir paralellik bulur; bunu tarihsel bir arayışa yatırır. 20. yüzyıl başının modernlerinin geç dönemlerinde ölümün bilgisi, ölümlülük algısı karşısında akıntıya kürek çeker gibi yarattıklarının bazılarının hiç de “olgunluk” sıfatıyla nitelendirilemeyeceğini bulmak bu açıdan şaşırtıcıdır. Said’in (ve önce Beethoven örneği ile Adorno’nun) dikkatini cezbeden şey 20. yüzyılın arka arkaya gelen felaketlerinin, zaten sadece insan olmanın, ölümlü olmanın yükü ağırken, bir de bunun üstüne binen kamusal varlığın ve onun insanın kişisel dünyasına yönelen dominasyonunun, eserden beklenen “olgunluğu” -bazen bir silah gibi- tersine çevirmesidir. Geç dönem eserleri bu açıdan “felakete sürükler”, tahrip gücü yüksektir, tabiatın gerektirdiğinin de karşısındadır, “burjuva yaşlanmasını yadsı”dığı için, olmak üzere olan karşısında eseri de, sanatçısını da sürgüne yollar. Beethoven’ın geç dönemi üzerine yazdıkları ile Adorno, dinleyicilerinin beklentilerini boşa çıkaran Glenn Gould –ki Edward Said’in enetelektüel modelidir kendisi-, Lampedusa’nın tek ama muhteşem romanını, Leopar’ı uyarlayan Visconti, Jean Genet, Thomas Mann geç dönem üslupları ile, Said’in bir teoriye attığı temelleri, büyük harflerle Geç Dönem Üslubu’nun veçhelerini birbirinden farklı özellikleri ile oluştururlar.

Yine de burada asıl denge unsuru Said’in kendi geçliğidir; bir önceki kuşağın geçliğinin eserlerini, orada çoğu kez bir felaket gibi beliren ve esere tümden yön veren geçilemez geçliği, yaşamın asıl ve halihazırdaki unsurlarına kesin bir direnmeyi, bölünmeyi, hep dorukta tutulan bir gerilimi bulan Said’in kendi geçliği. Özellikle Adorno’da kuramsallaştırdığı, Glenn Gould’un didinmesinde varlığa getirdiği bu “geç dönem üslubu” na 21. yüzyılın entelektüelininkini ekler Edward Said’in son on yılı. Neredeyse tam iki ucu bir arada tutar. Beliren ölümlülük düşüncesi değil, kendi ölümünün (ve yaklaşmasının) kesinliğidir, akıntıya direniş, belki de bu nedenle, Said’de Gould’unkine benzer bir yaşama-çalışma disiplini haline gelir. Yaşamının son senesinde ülkeden ülkeye gezer, dünyanın içindedir, yazdıkları berraktır, bitirmediği kitabın malzemesi kendisinden sonra monte edilecek kadar çalışılmıştır. Aynı zamanda metinlerinin iç yapısında -yüzeydeki planda değil, daha içeriden gelen bir aklı yürütme, hatta dilin kullanım mantığında- ve ardından planında -temanın nerede ne şekilde varlığa getirildiğinde ve arkasından nereye hangi örneğe sıçradığında- netlik kazanan bir disiplin sözkonudur Said’in son metinlerinde: çalışan –çalıştığını da bilen- zihnin ritimli sesi. Bir yandan da olgunluk ya da buna ithaf edilen uzlaşma 20. yüzyılın asilerinin (çok abartılmış bir “olgunluk” karşısında haklı olarak) yaptığı gibi tümden dışlanmaz (yaşamda ve eserde), farklı bir şekilde yeniden ele alınır, örneğin belirgin bir biçimde retrospektif olarak tam da bu konu hep gündemde kalır, ya da yeniden üretilen bir kavram ile perspektif yenilenir: bugün hala süren savaşın arifesinde Hümanizm’i yeniden ele alır Said.

İnsan yaşamın veçhelerinin bir entelektüel tarafından tam anlamıyla (ya da bugüne dek geçtiği aşamalarıyla birlikte) kavranmasının ilk örneklerinden olabilir bu geçlik. “Başlangıç”larla başlayan bir yapıtın son adımının “Geç Dönem Üslubu” olduğunu düşünürsek, 20. yüzyılın ikinci yarısından, 21. yüzyıla geçen bir aklın kendi kendisini, hep ürettiği işin içinde tutarak, tarihselliğini de hesaba katarak, kendi felsefi zeminini de kurarak ulaştığı bir geçliktir Said’inki. Geçliğin kavram olarak inşasında kendi geçliği (üslup ve yaşam olarak) yer alır, tam tersi de geçerlidir bunun. Hem azimle başa döner (azalmış zaman duygusunun melankolisinin tersine), yeniden bakar, hem orada bu kez birikimi ile durmaya çalışır, hem de metnini (ya da yaşamını) bu kendisi için beyhude çabayla yüksek gerilim hattında tutmaz. Ölümün kesinliğinin farkına varılması, bir gelecek projesi gibi orada oluşu belki de böyledir, Said’in armağanı da felaketi de ölümünün kendisi için çoktan görünmüş olmasından gelir.

Edebiyat ve Sanat, Teori ve Gündem

(Bu yazı yayınlanmadı)

Sanat ve Edebiyat Yazıları Murat Belge’nin daha önce kitaplaşmış olan Edebiyat Yazıları’nın hem bir devamı hem de genişleyerek içine sanat eserlerini (ya da dönemlerini, temalarını) da alan bir inceleme toplamı.

Sanat ve Edebiyat Yazıları, Murat Belge’nin bugün artık çeşitli mecraya yayılmış, alanlar arasında ilmekler ata ata ilerleyen, derinleşen genel eleştirel düşüncesinin, tutumunun son ayağı. Gazete yazılarını ya da zamanında dergilerde kalmış yazılarını bir araya getiren bu kitaptan da daha ilk etapta rahatlıkla şunu anlayabiliriz: Hiç bir alanda sadece o alanın başkalarınca çizilmiş –hele Türkiye’de hayli dar çizilmiş- çerçevesinde kalmayan, her şeyin mahiyetini kendi iç mantığının yanı sıra, toplumsal olanla birlikte kavramaya çalışan bu zihinsel tavır, tam da bugün toplumsal gerilmenin gündemindeki temaların etrafında zaman zaman ne yapacağını bilemeden dolanan okurun ihtiyaç duyduğu sağduyuya sahip.

Türkiye’nin bu geçici gündeminin zihinlerde canlandırdığının aksine Murat Belge edebiyat eleştirisine yazmaya başladığından beri bir ekol gibi katkıda bulundu. Marksist estetik üzerine teziyle başlayan ve “Genesis - Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni”nin geçen yıl yayımlanması ile büyük bir virgül konulan süre zarfında metinler üzerinde sürekli kılınan bir çalışma ile Türk Edebiyatı’nın ve hatta en genel anlamıyla edebiyatın Türkiye’de anlaşılmasını, ne’liğinin kavranmasını ve işler hale gelmesini (böyle değilse de nedenlerini) temel alan bir tutum oldu bu. Sanat ve Edebiyat Yazıları’nı okura en kolay yerden açabilecek olan bu tavır, eleştirinin üslubuna da oldukça hakim: Murat Belge’yi radyoda, konferansta dinlemiş olanların okurken de hemen işitecekleri, duymamış olanların ise “konuşur gibi yazmak” rahatlığından (ve böyle yazılmış bir metni okumaktan) ötürü keyif alacakları bir ses bu.

Dil tartışmaları ve Türk Edebiyat’ının bilinen (Sait Faik, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi) yazarlarının metinlerinin karşılaştırmalı incelemelerinin yanı sıra Safiye Erol gibi kıyıda kalan yazarların hakkında yazılar kitabın ilk durakları. Bu uzun konaklarda sistematik bir yapının (örneğin Murat Belge’nin metin üzerine kendi eleştirisini konumlamasının) üzerinde eserlerin detaylı çözümlemeleri yer alıyor. Çözümlemelerin dayanağı, yöntem açısından bakıldığında bugün bile hala sanattan ilk bahsedildiği anda anda çoğu kez hemen yitirilen bir bakış açısından gücünü alıyor: formel edebiyat çözümlemesi ile toplumsal eleştirinin arasında sallanarak (belki de Murat Belge’nin de yazdığı gibi, kartezyen düşüncenin burada kök salamamış olmasından ötürü) aslında görmekte zorlandığımız bir gri alan bu. Tam da bir yöntem olarak atlandığı, atlanmaya alışıldığı için malzemenin mahiyetinin gerçekten anlaşılmadığı bir yerde, belki de tam bu nedenle Murat Belge’nin yöneldiği eleştirel yöntem bu.

Divan Edebiyatı üzerine yazdıklarında da, yazıya geçirilmiş söyleşilerinde de aynı yöntemin versiyonlarını görmek rahatlıkla mümkün. Dünya Edebiyatı, arkasından da Sanat Kültür, Estetik kitabın son bölümleri, özellikle sonuncusu müzik üzerine toplumsal geçişlerin tespitiyle birlikte söyleşilerden bile daha kişisel ve keyifli bir alana açılıyor. Yine de bu kitapla ilgili olarak belki de asıl düşünülmesi gereken edebiyatı (/sanatı) ve hayatı bunca ikiye ayırma becerisinin topraklarımızda nasıl olup da bu denli geliştiği ve bu kitabın eklendiği Murat Belge külliyatının nasıl da aksinin mümkün olduğunu hemen ispatladığı. Güncel olanla teorik olan burada elele, rahatlıkla aslında artık başka alanlarda da olabileceği gibi.

Dünyanın bütün kitapları birleşebilecek mi?

(Bu yazı yayınlanmadı.)

Geçtiğimiz yılın sonunda elektronik kitap-telif hakları konusunda önemli bir gelişme oldu: Fransa, Google Books’u telif haklarına aykırı tutumu nedeniyle tazminata mahkum etti. Bu internette elektronik kitap devriminin telif hakları karşısındaki ilk büyük kaybı.


Bundan beş sene kadar önce, Google Books faaliyete geçtiğinde temel amacı üniversite kütüphanelerinin de işbirliği ile dünyanın bütün kitaplarını değilse de, önemli miktardaki kitabı elektronik olarak yeryüzündeki bütün kullanıcılara açmaktı. Aralık 2009’da Fransız mahkemesinin telif hakları ihlali nedeniyle Google Books’u tazminata mahkum etmesi bu demokratik amacın en azından bir kez daha dikkatle düşünülmesine yol açacak gibi.

Aslında internet üzerinden kitap okumaya dair projelerin ilki Google Books değil, örneğin Fransız Ulusal Kütüphanesi (Bnf), Gallica adını verdiği projeyi 1997’de hayata geçirdi ve koleksiyonunun nadide, teknik imkanlardan dolayı ulaşılması güç olan eserlerini (el yazmalarını, görsel materyalleri) elektronik ortama aktarmayı sürdüyor. Bugün itibariyle Bnf-Gallica 1 milyon materyale ulaşmış durumda. Yine de bu rakam Google Books’un yanında oldukça ufak kalıyor, zira 1 milyon kitap sayısı Google Books’un sadece indilebilir kitap sayısı, okunabilir kitap sayısı ise bunun on katını geçmiş durumda. Her ne kadar bu rakama çoğunlukla İngilizce kaynaklarla ulaşıldıysa da (ve Bnf’in eleştirilerine hedef olunduysa da), özellikle işbirliği yapan kurumların göz alıcılığı, tazminat kararı sonrasında bile Google Books’un güvenilirliğini sarsacak gibi durmuyor: başta Harvard, Stanford, Oxford, Michigan gibi üniversite kütüphaneleri ve New York Şehir Kütüphanesi kullanıcıların ulaşılması güç olan hatta kısıtlanmış olan kitapları rahatlıkla Google Books üzerinden okuyabilmesi için arşivlerini Google ile paylaşıyor. Bununla birlikte proje için saatte bin sayfanın tarandığı ve üç yılda kaynak sayısının on katına çıktığı hesaba da katılırsa, tazminat kararının okurları sadece Fransızca kaynaklar konusunda kısıtlayacağı gibi bir ön sonuç çıkmakta. Fransa’da telif haklarına ilişkin kanunların A.B.D’dekilere göre nispeten daha katı olması bu durumu yaratıyor, “okul amaçlı kullanım” ya da “amacına uygun kullanım” gibi esnek maddeler mevcut değil; ticari kaygının olmayışı, kamu hizmetinin amaçlanması da Google Books’u Fransız mahkemesinde temize çıkaramadı. Sonuç olarak artık Fransa’da Google Books telif hakkı bulunan Fransızca kitapları dijital ortama aktaramayacak –ödemek zorunda olduğu 430.000 doların yanı sıra. Böylece telif hakları ve internet kullanımı konusunda yeni bir adım daha atıldı, lakin ileriye doğru mu, yoksa geriye doğru mu olduğu konusunda ciddi görüş ayrılıkları var. Karar sonrasında Fransız yayınevleri dünya yayınevlerini telif hakları konusunu daha ciddiye almaya davet ederken, Amerikalı entelektüel çevreler de Fransızları kendi edebiyatları ve eserleri konusunda bir tür cimrilikle itham etmekte. Ama Amerika’da entelektüel çevreler Google Books’un her ne kadar tümümü yayınlamasa da telif hakkı sahibi müdahale edene dek kitapların bütününü kendi arşivinde bulundurmasına ve “book search” servisine de karşı çıkıyor. Yine de özellikle A.B.D’de ve başka ülkelerde kamu yararı gözetilerek yaratılan bu telif hakkı esnekliği internete ciddi boyutlarda eser aktarılmasının önüne şimdilik geçmiş durumda değil; aşağıdaki linkteki oldukça uzun elektronik kaynaklara ilişkin dünya çapındaki projelere dair olan liste bu durumun kanıtı. http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_digital_library_projects#General_Collections

Yalnızca Kendisine Ait Bir Yazar

(Bu yazı yayınlanmadı.)

Meraklı gözlerden saklanarak yaşamayı başaran Çavdar Tarlasında Çocuklar/ Catcher in the Ray’in yazarı J.D. Salinger 91 yaşında hayattan tamamen çekildi.


Belki de başlığı şöyle kurmak gerekirdi: “Yazdıkları yalnızca kendine ait olan yazar”. Ocak ayı sonunda Amerikan edebiyatından göçen J.D. Salinger tam bir münzeviydi. 1965’ten sonra hemen hemen bütün röportaj tekliflerini geri çevirdi, yaşadığı kasabalılarla işbirliği yaparak (New Hampshire’da, Cornish kasabasında ikamet ediyordu) şehre kendisini görmeye gelenlerden gizlendi. Bir dönem öğrenci gruplarını evinde ağırlasa da daha sonra bundan da vazgeçti. Zorlukla çekilmiş olsa da bir kaç “yeni” fotoğrafı var, o nedenle 1965’ten sonra nasıl bir yüze dönüştüğünü az çok bilebiliyoruz. Az çok çünkü fotoğraflardaki adam fotoğrafının çekilmesine oldukça öfkeli, yine bir çok basın organı ölüm haberini bu fotoğrafla birlikte yayınladı. Ama Salinger’in efsanesini Pynchon’unkinden ayıran şey “gizlenme”ye yazdıklarını da dahil etmesiydi. 1965’ten sonra hiçbir şey yayınlamadığı gibi, kendisi ile ilgili her türlü yaratıcı çabayı baltaladı, kitaplarından uyarlanacak filmlerin gösterimini, biyografilerinin, mektuplarının hatta kendi romanından hareketle yazılmış başka romanların yayınlanmasını da engelledi. Kendi yazdığı ve yayınlamaya karar verdiklerini de yayınevinden son anda karar değiştirip geri çekti. Reklamının bile yapılmasını istemiyordu. Ölümüyle birlikte okur kitlesindeki merak da böylece oldukça arttı. Zira kızının biyografisindeki kimi ifadelerden hareketle Salinger’in 1965’ten son yıllarına dek yazdığı ve kasaya koyduğu en az iki adet tamamlanmış romanı olduğu düşünülüyor. Hatta komşusu Jerry Burt bu sayının 15 olduğunu iddia ediyor. Gününün bir kısmını kendisine ayırıp masasında yazdığını çeşitli ifadeler doğruluyor lakin şimdiye dek ne temsilcisi Phyllis Westberg’ten ne de yayıncısı Little, Brown & Co.’dan mühim bir haber (ya da okurlar için bir müjde) geldi.

Salinger belki de yazdıklarını başkalarından kıskanmıyordu, yalnızca bugün kendi kendisine yazdıklarını defterde, günlüklerde saklayan insanlardan biri olmayı istiyordu: “Yayınlamamakta müthiş bir huzur var. Yayınlamak mahremiyete zarar veriyor. Yazmayı seviyorum. Yalnızca kendi keyfim için yazıyorum.” Bugün kamusal hayata açılmak için her türlü yolu kullanmaya eğilimi olan insanlar için ne garip bir tutum!

Yine de yazmanın yayınlamakla minimum da olsa bir ilişkisi olduğu aşikar ama yazarın kendisini yazdıklarıyla birlikte bir bütün olarak algılayıp, özel hayat-kamusal hayat arasındaki çizgiyi bu kadar ileride bir noktadan gayet kalın bir şekilde çekmesi mümkün mü? Sorular arka arkaya gelebilir: Mümkünse nasıl oluyor? Yazar yaşarken ne olduğu bir bakıma belli, peki ya şimdi, yazar ölünce?

Salinger’i buna iten aslında tam da 20. Yüzyılın, “sanatçı”yı mite dönüştürme konusunda olağandışı bir hevesle birlikte bu çizgiyi çok geriye yerleştirmesi de olabilir elbette. Özetle bu aşırı tepki, aşırı etkinin olağan sonuçlarından bir tanesi olarak görülebilir. Peki böyle olunca “yazar”ın “yazarlığı”na ne oluyor? Ve yayınlamak arasındaki gerilimin nerelerine yerleşebiliyor yazarlar? Özellikle geçtiğimiz yüzyıl bu konuda her türden tavırla dolu. Her ne kadar uç örnekler üzerinden genel bir tartışmanın veçhelerini görmek ve dengesini bulmak kolay olmasa da, Salinger vakası şimdi ölümüyle yeniden açılıp belki –en azından- bu soruları sordurabilir.

Belki de bir yazar, sanatçı ya da “yaptıkları kamuya malolan” insanları merak ederken, araştırırken tam da şunu sormak gerek: Gerçekten de bizi ilgilendiriyor mu? Ne kadarı? Neden? Bu sorulara verilebilecek cevaplar her ne kadar halihazırda meşru sayılan zeminleri daraltmayacak olsa da (hatta genişletme tehlikesi olsa bile) en azından Salinger ya da Pynchon gibi örnekleri bir nebze anlamamız için zihnimize çentik atabilir.