Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Aile Toplumun Temel Direğidir?

Carmen Laforet’in -bazılarına göre İspanya’nın Salinger’inin- 23 yaşında yazdığı Hiç, 62 sene sonra Türkçe’de; kusursuz inşa edilmiş aile-toplum-savaş üçgeninden bile sıyrılmayı bilen bir genç kadının hikayesi geç de olsa bu kuşağın kadınlarına ilham versin diye.


Şu “kadın yazar” etiketi hiç sevimli değil, ama bazen kullanmak gerekiyor. Carmen Laforet, 1944’te Hiç’i 23 yaşındayken, üniversiteyi bırakarak ve kendisini tamamen edebiyata adayarak yazdı; o yıl ilk kez verilen Nadal Edebiyat Ödülünü aldı, 1945’te de –ödülün karşılığı olarak- roman yayınlandı. O günden beri (en azından İspanya’da) baskısı hiç tükenmedi. Hatırlatalım: 1945 yılı İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesi... Avrupa genç kızların yalnız başına bir şehirde yaşayıp roman yazmaları için pek de uygun bir yer değil. Ama bundan sonra olacak. Hem cephe gerisindeki kadın işbirliği hem de yavaş yavaş dağılmakta olan aile ve toplum yapısı sonucu. Gerisini biliyoruz, batı toplumlarında kadınların kamusal ve özel alandaki varlıkları netlik kazanacak, 60’lardaki cinsel devrimle taşlar hepten yerinden oynayacak. Yine de 1944-1945 bütün bunların tohumlarını barındırmakla birlikte, hâlâ zor seneler. Üstelik bir de şunlar var: Laforet 1939’da 18 yaşındayken Barcelona’ya üniversiteye gitmiş (akrabalarının yanına); 1942’de Madrid’e geçmiş: hem bölüm, hem üniversite hem de şehir değiştirmek yani. Dolayısıyla karşımızda sadece ödül alacak kadar yetenekli değil, dünyanın en zor zamanında bu zor zamanları hikaye edecek, hikayesi kendi yaşamıyla doğrudan çakışan ve hikaye etme biçimi gündemdeki sanat hareketini takip etmeyi ve kusursuza ulaştırmayı kotaran bir “kadın yazar” var.


Gelelim Salinger benzetmesine... Laforet’nin Hiç’ten sonra evlenip çoluk çocuğa karışması, bir Katolik olarak, basından, sanat edebiyat ortamlarından elini eteğini çekmesi, röportaj vermemesi, kitaplarını bu sessizliğin içinden yazması vs. onun içine kapanık ve tuhaf biri olarak nitelendirilmesine yetmiş de artmış bile. Sonradan öğrenildiğine göre bu durum Franco rejiminin yarattığı sevimsiz ve düşmanca politika ve edebiyat ortamından hazzetmemesi sonucu. Ayrıca ünlü olmaktan da biraz sıkılmış elbette. Yine de kendisinden sonraki “gerçekçi” yazarları hayli etkilemiş.

Bu büyük edebiyat başarısı ve hemen yanındaki sessiz hayat bilinen “kadın yazar” tipolojisinden sapma yaratıyor gibi görünse de işin ilginç kısmı aslında bu: Kadın yazar illâ ki kadın olma vurgusunu röportajlarla, kamusal hayatta arzı endamla kuvvetlendirerek olunmayabiliyor demek ki. Bu edebiyat figürünün “kadın” olmasının mahiyeti ayakta durduğu ortama dikkatle bakınca ortaya seriliyor, bir kadın olarak aslında büyümesi bile hayli güç olan ortamlarda nasıl İspanya Edebiyatı’nın temel taşı haline geldiğii ile, yoksa her fırsatta bir kadın olarak karşımızda duruşuyla değil..

Bir de tabii roman var. “Hiç” bu ortamın, bu ortamda bir kadın olarak yetişmenin ve kendini kurmanın-kurtarmanın (Carmen Laforet’in kendi hayatından yola çıkarak) hikayesini anlatıyor. Net ve doğrudan. Kahramanımız Andrea İspanya İç Savaşı’nın hemen ardından, yok olan ailesinin neredeyse yası bitmeden Barcelona’ya üniversite okumaya gelir. Yalnız başına yapılan bir yolculuk: Yıl 1939, kızımızda korkudan eser yok. “...Gecenin içindeki bu uçsuz bucaksız özgürlük keyifli ve heyecan verici bir macera gibi geliyordu bana.” Annesinin akrabalarının yaşadığı eve yerleşir; aile manen dağılmış, servetler tükenmiş, akıllar başlardan uçmuştur. “Yeğen” delibozuk aile üyelerinin yanında kendisini var etmeye çalışırken şunlarla uğraşır: Şiddet, kavga, açlık, kadri bilinmemiş sanatçı dayılar ve onların delilikleri, yine şiddet, hayalet gibi bir büyükanne, manastıra yerleşen bir teyze, yine şiddet, yüksek burjuvalardan arkadaşlar, onların garip aileleri ve yine şiddet... Dayısı karısını döver, dayılar birbirlerini, büyük teyze sözleriyle herkesi. Andrea pozisyon almaya çalışır, nafile: Herkes birbirinin arkasından konuşur, kuyusunu kazar. Evin en büyüğü, büyükanne büyük bir naiflikle herkesi anlamaya çalışır, Andrea kendisini en çok ona yakın hisseder. (Belki biraz da görebildiği şefkatin tek kaynağı olmasından ötürü) Ama karşı cephedeki şiddet dozu gerçekten yüksektir, çünkü beslendiği yer büyükannenin naiflikle kapatamayacağı kadar geniştir: İç savaş gerçekten de bir iç savaştır. Parasız, işsiz amaçsız kalan aileleri kendi içine çökertir, şiddeti toplumsal tabana yayar, olası bir birey hayatının dibine böylece kibrit suyu döker. Andrea’nın Barcelona’da kaldığı bir sene boyunca yok olan çekirdek ailesinin lafı bile geçmez; gündemdeki sözlü ya da fiziksel şiddet kendisinden başka bir odak tanımaz. Bu büyük aile de bu şiddeti kendi fonksiyonuna dahil ederek nefis bir biçimde normalleştirir. Tavana vurması gerekiyordur, allahtan da tavana vurur; bunca şiddet bunca acı kendisini başka nasıl tüketecek? En azından birisi bunlardan paçasını böylece sıyırmanın bir yolunu bulur, aile Andrea olmadan da nasılsa kendi şiddetli ortamını yeniden üretip yaşayabilir ama en azından bir kişi... Yeni kuşaktan bir kişi hem de... Kendisini kurtarabilir.
Aile her zaman kendisinden kaçılması, kurtulunması gereken bir yapı, bir insan üretim merkezi değil elbette. Ama bir yerde, işler tıkandığında külahı öne alıp, aile bağlarını ve aileden toplumsala ya da aileden bireysele geçiş yollarını tekrar düşünmek lazım. Hele en temizinden toplumsal, politik, ekonomik krizler yaşanıyorsa. Çünkü bunlardan bizi ailenin geleneksel değerleri, atalarımızın manevi varlıkları, bu topraklara bağlılık, kanla sulanarak oluşturulmuş bayraklar, aile uğruna işlenen cinayetler (yani töre cinayetleri), aile dışında bellediklerimizi sürekli suçalamak, aile içindekileri “aileye uygun” davranmamakla sürekli suçlamak kurtarmayacak. Bu mutsuz yaşamadan bizi yeni düzenlemeler, yeni denge arayışları belki çıkarabilir.Tabii bunun için içinde yaşanılan durumun “normal” olmadığını kavrayacak kadar sağduyulu olmak, ya da en azından durumdan memnuniyet duymamayı becerecek kadar hissiyat sahibi olmak, neden mutsuz olunduğun kuvvetli ve katmanlı bir sorgulamasını yapabilcek kadar da kendini bilmek gerekiyor.
Bunu aile içinde ya da toplumda birlikte yapmak mümkün elbette.
Ama mümkün olmayan yerlerde ya da koşullarda da, mümkünmüş gibi yapıp (“burası özgür bir ülke” gibi mesela) kendisini kurtarmaya çalışanları bu değerleri hiçe sayıyor diye hedef göstermek de pek makul değil. İnsanın bir canı var zira, bazen onu kurtarmaya çalışmak bütün bu aile-toplum kutsal değerlerinden daha değerli olabilir.
Şu olabilir: Kendisini bir biçimde kurtaranlar ve kuranlar, Andrea ya da Carmen Laforet gibi, sonraki kuşaklara yardımcı olabilirler. Biz de kadın olmak, bir kadın olarak zor koşullarda, zor ailevi zor toplumsal koşullarda yetişmek konusunda fikir ve vizyon sahibi olabiliriz. Yani hâlâ umut var.
Yine de bu umudun içinde de kendisini kurtaramayanları, böyle bir şansı olmayanları ya da böyle bir şansı varken bile kendisini gerçekten (belki de fark etmeden) feda edenleri unutmamak gerek.

Evet, aile toplumun temel direğidir. Ama hangi aile, hangi toplumun?


Hiç
Carmen Laforet
Çeviren: Zerrin Yanıkkaya
Metis Yayınları

Yayınlanma tarihi: Şubat 2008

Hiç yorum yok: