Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Mini Keşif: Köprü

2004-2006 arasında yine başka bir grup deli bozuk, Otium adında bir internet dergisi yayınlamaktaydı. Herkesin kendisine ait bir bölümü vardı dergide, bu yazılar da o dergide çeşitle tarihlerde online olarak yer aldılar.

İlk köprüyü kim, nereye, nasıl ve “ne”den yapmış? İp ya da halat? Taş? Tahta? Nereden nereye geçmek istemiş? Suyu mu aşmak istemiş yoksa derin bir vadiyi mi? Biliyor muyuz kimin ilk aklına estiğini “köprü” atmanın?
Benim gördüklerim arasında en eskileri (şimdilik) İstanbul’da Silivri’deki Mimar Sinan eseri olan taş köprü, Cambridge’de tahtadan bir küçük kanal köprüsü ve son olarak Paris’te (filme de adını veren hani) Pont Neuf.* “Adına aldanmayınız” diyor gezi kitapları, “kendisi Paris’in en eski köprüsüdür.” 16. yüzyıl tarihli, taştan, çivisiz. Diğer ikisinin de bu köprüyle ortak özellikleri bu: Malzeme her ne ise birbirine geçirilmiş, çivi söz konusu değil.
Başka? En genel haliyle buradan oraya, oradan buraya yolu bağlıyor, iki kopuk noktayı birleştiriyor, ulaşımda kolaylık sağlıyor: köprünün marifetleri.
Sosyal tarih: Ticareti yaygınlaştırıyor, kültür alışverişinin hali hazırdaki olanaklarını arttırıyor, “uygarlık tarihinde” bir dönemden diğerine köprü oluyor.
Şehir hayatında yeri çok, su kenarına kurulan tüm şehirlerde hayat köprülü: kanallar, nehirler köprü marifetiyle geçiliyor; İstanbul gibi bir örnekte iki şehir birleşiyor.
Bildiklerimizin sınırı da yok tabii, köprü üzerinde bir düşünelim daha neler çıkacak: “köprüden geçemedim, suyundan içemedim”.
Peki köprüyü aklına getiren ilk beşer neler gördü acaba icadının üstünden geçiverdiğinde? Tam da o an gördükleriyle, hergün gördükleri arasında fark buldu mu acaba?
Bir tek ben olmasam gerek diye umuyorum, köprü geçerken soluğu bir anlığına kesilen; sadece gördükleri karşısında değil, nasıl/nereden görüyor olduğunun bilincinde olmasına rağmen, görüş biçimi karşısında da ani, kısa bir dehşeti takip eden, ufak sayılamayacak bir sevinç tarafından yakalanıveren çaresiz adem-i beşer.
Evet işte aynen böyle oldu, “sıkıcı bir pazar öğleden sonrasında” yolunu izini de bilmediğim bir kentte, arabayla adını sanını bilmediğim bir köprüden geçiverince. Üzerinde düşünmezdim eminim, İstanbul’da devasa sayılabilecek köprüyü ilk kez aklım başımdayken geçişim (ve o kısa sayılmayacak süre boyunca hissettiklerim), böyle bir sevinç sonucu aklıma düşmeseydi.
Proustvari ya da sadece bir defaya mahsus bir deneyim olmadığı aşikar bu köprüden geçme meselesinin. “Köprünün altından ne sular aktı” kabilinden bir denek taşı olduğunu da sanmıyorum. Vertigo hiç değil. Düpedüz adı konmamış bir duygu işte bu: “Köprüden geçme duygusu”.
İddialıyım, başka bir şeye de benzemiyor; nevi şahsına münhasır, köprünün uzunluğuna ve geçilen araca (misal: ayaklar, bisiklet, motorsiklet, otomobil, tren), dolayısıyla da bu süreye bağlı olarak cereyan eden bir his. İstemsizce, kısa ve ani bir soluk almayla başlıyor, nefes tutuldukça midede ve ciğerlerde genişlemeye benzer bir his yaratıyor, bir iki saniye sonra soluk yavaş yavaş verildikçe, sevinç dalgası tabir edilen his yayılıyor. İlk anda yüzde oluşan ani çarpılma gülümsemeye dönüşebiliyor. Zaman zaman ağızdan korkulduğunda istemsizce çıkan “hi” sesine benzer, derin soluk alınmasıyla karışık ama bundan daha sessiz olan bir ünlem de çıkabiliyor. Ayrıca durumun gözbebeklerinde de ani bir büyümeye yol açtığını sanıyorum.
Köprü geçildikten sonra bile bir süre daha imgelemden çıkmayan görüntü ile bu his de devam ediyor. Uzun vadede, tuhaf biçimde köprü resmi görüldüğünde ya da “köprü” adı geçtiğinde bu hisse benzer ama bu denli kuvvetli olmayan başka bir duygu söz konusu olabiliyor.
Sevinçliyim tabii, ne yani siz hergün yeni bir şey mi keşfediyordunuz yoksa?
*Yeni Köprü

Hiç yorum yok: