Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



Dünyanın Acısı

Marguerite Duras’ın bir acının içinden adaleti arayan otobiyografik romanı Türkçe’de.

Kaybolan insanları bulmakla görevli bir FBI hikayesi anlatan, olayların akışının her zaman polis açısından anlatıldığı bir televizyon dizisinin bir bölümünde, şema biraz değişir: Hikaye oğullarını kaybeden bir anne-babanın bakış açısından anlatılınca drama yoğunlaşır. Bu yön değişikliği bir anda sadık hikaye takipçisinin sakin konumunu zora sokabilir. Aşina karakterler bir adım öteye çekilirler, kontrolde görünen olaylar zinciri tam anlamıyla kontrolden çıkar. Bizim, şu güvenli köşesinden hikayeyi dinleyen takipçimiz sonunu pek de bilmediği kaygı verici olaylara kendini her zamankinden çok kaptırabilir. Genelde bir kayıp vakasını çözmeye kendini adarken, kendisini bir anda kaybı yaşayanla baş başa bulunca, şahsi ve muhterem bir geçmişin, varsa kayıpların ya da kayıp korkularının ayaklanmayacağı ne malum?
Buna benzer bir katarsis okurken de rahatlıkla gerçekleşebilir, bunun için genelde hazırlıklı olmak mümkün değil. İşte okumanın mesafesini böyle bir yer değiştirme ile pat diye ortadan kaldırabilecek kuvvetteki metinler hâlâ mevcut. Hiroşima Sevgilim’in senaristi, Sevgili’nin (ve daha bir çok yakıcı metnin) yazarı Marguerite Duras’nın ‘Acı’sı, adıyla müsemma, tanımı olmayan bir duygunun adından hareketle, ama duygunun etrafını doldurmadan dimdik okura gelmeye niyetli.
Acının, kaygının ya da buna benzer varoluşu sarsmaya kuvveti olan diğer duyguların genelde edebi alanı aşırı dramatikleşme riski taşır. Eleştirel bir mesafeyi her zaman gözetmek isteyen okur ‘Acı’ isimli bir romandan ürkebilir de, hele açıkça otobiyografik özellikler taşıyor ve dünyanın acısından, zaten acı dolu bir döneminden söz alıyorsa. Bu dimdik geliş okur için tercih sebebi olmayabilir, tabii eğer başka kalitelerle donanmış bir metinden bahsetmiyorsak. Duras’ın yaşamının acı dolu olduğu aşikar, ya yazısı? Doğrudan adını böyle koyduğu romanda Fransa’da toplama kampına gönderilen direniş örgütü üyesi kocasını önce arayan, bir Nazi subayı ile bu uğurda yakınlık kuran, onu sonunda yakalatan, sonra da kamplar boşaltıldıktan sonra ‘bekleyen’ bir Marguerite. Gerçekten ne anlatabilir ki? Bekleyiş, umutsuzluk ya da acı, otobiyografik hikayesinin çarpıcılığından, fonundaki gerçeklik payından gelip nasıl edebiyatın içine yerleşebilir ki? Sağlam bir katarsis ile, okurunun hem de haklı olarak midesini ikiye katlamanın ötesine geçip nasıl bir edebi evrene oturabilir ki? ‘Acı’yı şu FBI dizisinin sıkı, işlevi yadsınamaz ama biraz da eksik etkisinden nerede ayırabiliriz?
Şöyle:
Aslında abartmanın haklı ve çoğu zaman meşru bulunduğu bir konudan (Yahudi soykırımı) hayli sıkılmış durumdayız. Dünyanın batı yakasının gördüğü en büyük acı sayılan olayın, olayların seyircisi haline getirilmiş kuşağın üyeleri olarak geçmişe yanaşmanın bu estetize halleri de bize biraz basıyor. Bu, ona bakmayacağımız anlamına gelmez. Sadece böyle bakmak istemiyoruz. Her ne olduysa ve nasıl geliştiyse onun gerçekten içinden gelen bir deneyim başka bir alan açabilir diye düşünüyoruz. Bu deneyim, halihazırdaki adaletsizliği maruz kalanın (belki de haklı) adaletsizliği ile körüklenmeden bize gelebilir mi? ‘Acı’ bu türden bir adalet arayışı. Marguerite evinde beklerken perişan, saf bir biçimde, nasıl adil olabilir? Yakınlaştığı ve yakalattığı Nazi subayının, davası görülürken kurtardığı Yahudiler’i açıklayarak mı? ‘Acı’daki Marguerite üstelik bu arayışın kahramını bile değil; ideal bir ‘arayış’a ya da daha güzel bir dünya özlemine, bu konudaki herhangi büyük bir etik davranışa o dönemde yer yok. İdeal bir dünya özlemi içinde, etiklerini işleten değiller Marguerite, kocası ya da diğerleri; daha ziyade bunlar başlarına haksızlıkla büyük işler açılmış insanlar. Bu maruz kalma durumunun içinden sonsuz, evrensel bir haklılık payı kapmak yerine, kendi yaşamlarının içinden daha sahici bir acının içinden konuşuyorlar. Yaşamın ancak şu ya da bu şart altında değerli, yaşanabilir vs. olması gibi bir meseleleri yok; dünyadan böyle ideal bir beklentileri yok çünkü şartlar işte bunlar. İnsanın yaşamı devam da edebilir, bitebilir de, bu zaten yeterince acı. Toplama kampları ya da soykırım, ya da altı yıllık savaş; bunlar tam da bu meseleyi dramatikleştirmektense sadece gündeme getiriyor gibi. Mesele acıdan, uykudan, bedenden, yemekten, yürümekten, düşünmekten, korkudan, bazen sevinçten, kavuşmaktan, umuttan ibaret. Yaşamdan, yani, ve onun kaçınılmaz sonundan.

Dünyanın acısı edebi alanda böyle de kurulabilir işte, soykırım ya da başka bir şey göstermelik bir fona değil de sahnenin içine; insanın bütün varoluş durumu da metnin tabanına. Hem edebi zevklere hem de belki tarihe bakmak için.


Acı
Marguerite Duras
Çeviren: Orçun Türkay
Sel Yayıncılık

Yayınlanma tarihi: Eylül 2007

Hiç yorum yok: