Didem Nur Güngören'in durumlar, kitaplar ve şeyler üzerine, yayınlanmış -bazen de yayınlanmamış- muhtelif edebi yazıları... Tarih aralığı da 1999-2010 gibi... Hepsi bir arada temiz temiz...



en cours

"kusursuz. sevilen şeyleri anlatma lugatından. kaç kaç kaç, dön gel. uzun uzun kaç. uzun uzun soluklan. soluklanırken etrafına bak. sonra bir daha kaç. neler taşınacak. dökülüyorlar mı? hafifleniyor mu? gitgide. olgunluk. başka neler ? iç huzuru. dinginlik. dinlen dinlen dinlen. yürümek yetmez. koşmak da yetmez. durmak hiç. çöz. en çok saçlarını. karşılara bak. gözlerin de yuvalarından fırlasın. şaşkınlık içinde ol. hep şaşır. yorulma. sesler dinle. temas et. ağaçlar, kuru yaprak, at kestanesi. hava berraklaşsın. ağaçlar yukarılardan asılmış gibi. sen bak. çıkışlar ara. uzun uzun bakın. sağ ve sol. ön ve arka.

bunlar birbirine karşıcak illa ki. yakınlık tensel olanla, aşk yakınlıkla, tensel olan uzun uzun uyumakla. radyolar, arabalar, otobüsler, hatlar, arkadaşlar, yemekler, içkiler, sofralar. gençlik. ateş. yorulmak nedir bilme. kalk kalk kalk. kaçırma. kaç. bunları al eline, bak bak, bir yana bırak, başkalarını al. dilim dilim kes, soy. her şey senin için. her şey senin için.
bu vakitleri kaybetme. yazıklar etme.

yoğun yoğun. bir gecede olmaz. dur ama öyle değil. hafif eğri. sert, biraz. kollarını kaldır, çarp. değ. istifle. döndür bunları. etrafında dön. kapılar aç, kapılar kapa. çok bekleme. sabırsız olma. bir adımda değil, uzun uzun yürüyerek, bacaklarını açmadan. sevilmeyi bil. herşeyi bilmeyi bil. gönlü yüce olmayı bil. unutmayı bil.

unutma. kafanda, çakılı, mıh. karşıdan karşıya geçerken sağa ve sola bak. sonra ileriye.
ağır ağır.

al. al. al. meydanları, ağaçları, ışıkları, suları.

arzusuz durma. "

Adalet

Bir çocuğa bir baba ancak armağanlarla gitsin, uzun bir yolculuktan dönerken. Bekletmenin ve orada olmamanın güzel armağanları ile. Beklemek dışında –şimdilik- başka bir durumu olmayan bir varlığa o beklemenin güzel şeyleri ile. Katlana katlana büyümüş güzel ve renkli bir hava ile.
El çırp.
Dünyanın adaleti insanlar tarafından kurulabilir ancak.

Kızlar

Yeni ahlakımız var. Kadınlarla ilgili. Aslında ahlak kumkumaları arasında kızlar hadi bakalım avuç içleri gövdene baksın, yapışsın, ama kızlar bir yere yapışmasın aman, sakın, hop.
Kızlar burada böyle yapmasın, şikayetler, duman ettik. Kızlar, masalara gelmesin, akıllara gelmesin, gelirse böyle gelmesin ve sevimsiz. Tıraşlarını olsunlar ve dışarıya hiç çıkmasınlar. Her gün yeni bir şeyden korksunlar ve eskilerini de kırpıp yorgan yapsınlar. Dereler tepeler onlara müstahaktır, iklim değiştiren varsa beri gelsin, haddini bildirelim.
Kızlar en çok haddini bilsin, bacaklarını bilsin, ellerini saçlarının arasında gezdirmemeyi, her şeyi bilmeyi ve bunu bilmemeyi bilsin.
Kızlar, bir gitsinler dönmesinler değil, olmasınlar; görünmesinler değil hiç olmasınlar; bir şeyin olmaması hali bile fazla fazla fazla. Kızlar, kızlar kızlar dememeye başlayıncaya dek geri çekilsinler, borulara, sandıklara, kanallara. Çekilip durmak bile çok, buhurdanlıklardan uçsunlar.

Kibirli Biri

(Bu yazı Centuria, Epsilon Beta adlı kitapta yayınlandı. Haz. Enis Batur'du.)

Kibirli biri hep dik durur, dik yürür, uzun adımlar atar. Zayıf ince yüzlü, narin omuzlu, sert omurgalıdır; yaşlanınca kilo almaz, göbek bağlamaz. (Saçları seyrekleşebilir, sırtı –belki biraz– eğrilebilir.) Boynu incedir, kafasını bir güvercininki gibi hızla sağa sola hareket ettirir, boyunun ermediği yerlerde kafasını yukarılara kaldırmak için bu boynu kullanır: Dünya –zavallı dünya– hiçbir uzantısı, kıvrımı yahut bükümüyle kibirli birinin gözünden kaçamaz. Bu dünya karşısında kibirli birinin yüzü anlaşılmaz, karışıktır. (Kibirli biri kendisinin bütününün bir ana, bir yüz ifadesine küçültülerek hakkında bir karar, bir yargı verilmesine illet olur.) İfadesi hakkında illa ki bir tanım isteniyorsa, kibirli birinin yüzünün, önemli bir şeyler söylemeden hemen önce, tam da o anda hazırlanmakta olan oldukça ölçülü parlaklıktaki sözlerin yaydığı zarif ışıklarla aydınlanmaya başladığı söylenebilir. Onun, yani kibirli birinin, hep bir durumu vardır; bütün durumlar içinde onunkisi A’ya, B’ye ya da C durumuna göre ölçülür, biçilir. Tabii ki kendisi yapar bu işi: Ya şöyle, ya böyle, ya hiçbiri, ama dün akşam o arkadaşının –biraz da alkollüyken– öne sürdüğü gibi hiç değil! Biraz naif bir tiptir o arkadaşı, yani onun bildiklerini de az çok bilmesine rağmen... ama işte biraz dar görüşlüdür ve hmmm... biraz korkaktır, galiba, evet. Olsun, iyi bir arkadaştır, birlikte gezilere gidilebilir, modern bir kuleye ya da rüzgar değirmenlerine bakılabilir; daha ne olacaktı ki? (Yine de çok sinirlendi akşam arkadaşına, o alık da hak etmişti yani!) Neyse, kibirli biri dünyanın işte böyle hayranıdır (kulelerin, değirmenlerin, ağaçların, şunun bunun) ama öyle şaşkoloz şaşkoloz etrafa bakınmaz; izlerini toplar, derler, kurar, dünyayı bir daha yapar, anlatır. İyi de anlatır. Arkadaşları o kadar kitap yazmasına şaşırmadılar, bir çok önemli kitabı oldu, bazıları büyük bazıları da küçüktü. Arkadaşları ya da zaman zaman sevgilisi olan hoş kadınlar dünyayı onun gibi göremez ve anlatamazdı; kibirli biri o dünyaların (takdir edilir ki bir çok insan dünyayı başka başka görür, dünya çoğalır) pat diye tercümanıydı, hem de ne güzel, ne detaylı, ne kararında: Tamı tamına olduğu gibi! Kibirli biri işte en çok dünyadaki bu hareketlerini severdi; hep hareketini korumayı istedi, o yüzden bu dünyadan göçüverince pek öfkelendi.

“Locus of Literary Arts”: Her türlü yazın projesi üretilir

Bu yazılar 2001-2002 arasında Kitap-lık'ta çeşitli internet sitelerini tanıtmak için yayınlandı.

Web del SOL, www.webdelsol.com :
Burası neresi,genel tanım

Web del Sol için tam bir tanım yapmak zor, zira sitenin tanıtım bölümüne girildiği vakit projeyi yürütenlerin de bu işte zorlandığı ve çözümü el attıkları her alandaki işlerini alt atla yazmakta buldukları görülüyor. Buna bağlı olarak sitenin genel tasarımında bir uyaran bombardımanı söz konusu: her başlık altında başka başlıklar ve projelerle birlikte ekrana yerleşiyor. Bu (görünürdeki) kargaşaya Web del Sol’un, Del Sol literatür adına her türlü projeyi –olanakları elverdiği ölçüde- gerçekleştirmeye çalışan projesinin ana damarlarından bir olması neden olmakta. En genel anlamıyla çağdaş edebiyatın her türlü formuna yer vermek, elektronik ortamın olanakları dahilinde bu alanda yazı üretmek, yayımlamak (hatta yayınlamak); yeni medya, hipertext, sinema, fotoğraf alanlarındaki yeni edebi ifade biçimlerini desteklemek/ yaratmak/yaymak ve bu alanda bir ‘elektronik camia’ oluşturmak –işbirliği/ yardımlaşma amacıyla- ; yazın alanında eğitim vermek ve son olarak da “literary arts film” adıyla bilinen sinema türünü geliştirmek, bağımsız sinema ve edebiyat alanlarındaki yardımlaşma ve işbirliğine yardımcı olmak amaçları projenin –ve sitenin-manifestosunun temellerini oluşturuyor. Bu alanlarda üretim hayli yoğun, (Web) Del Sol’un kitap ve dergi yayınlamak, bunlara sponsor olmak ya da destelemek, çeşitli web-zine’lere destek vermek gibi özellikleri nedeniyle siteyle ya da proje ile bağlantıda olanların üretimi bu iki ana koldan (web ve yayıncılık) ve onların çeşitli mecralarından yürüyor: 25 kadar dergi, 5 adet de web-zine, Del Sol Review adlı fiction ve şiir dergisi, bir yeni medya’ ya yönelik web portalı, ve bir yazarlar birliği/workshop. Bütün bunların web ortamındaki yükünü ise Web del Sol ve Web del Sol’un genel editörü (aynı zamanda Del Sol Review’ un editörü ve yayıncısı da olan –ve Web del Sol’u kuran,tasarımını yapan-) Michael Neff üstlenmekte.

Neler var, ayrıntılı bilgi
Ana sayfada yukarıda sayılan alanlara açılan başlıklar mevcut: news, publications, features, portal, new media, writing programs. Bunlarla beraber desteklenen dergilere (web-zine ya da yayınlanmış dergilere) ve onların içeriklerine ulaşmak mümkün. Web del Sol projesinde yer alan yazarların yayınlanmış yazıları da mevcut. Bunun dışında ana sayfa tüm dergilerin son sayılarını ve bu mecralardaki yeni yazıları ve işleri tanıtmakta; sağda yer alan bir sütunda ise kısa edebiyat haberleri geçilmekte. Portal kısmı da alandaki diğer iyi sitelere link vermekte.(Bu linklerden bazılarını yazının sonunda bulabilirsiniz.) New Media buradaki bir başka portal ve hypermedia’nın iyi sitelerine hem link hem de bu interaktif işlerden bazılarına yer veriyor. Bu siteleri ve işleri görebilmek için Flash, Real Player gibi programlar gerekmekte, zira hypermedia görsel, işitsel ve yazılı öğelerin hepsinin bir arada bulunmasına olanak sağlayan elektronik mecra ve bu mecradaki işlere gönderme yapan bir terim.
Web del Sol’u ve onun referanslarını incelemek edebiyatın gideceği/gidebileceği yerlere bakabilmek açısından önem taşıyor çünkü sitenin örümcek ağı gibi yayılan bir referans listesine sahip olması, bu listenin yayıncılık ve web yayıncılığı alanına tam olarak girmesi ve her iki alanın da olanaklarının kullanan işleri bir araya getirmesi “edebiyat”ın ve onun gideceği/gidebileceği yerlere bakılabilmesine olanak veriyor.

Linkler:

http://www.altx.com/
http://www.articlemagazine.com/
http://eserver.org/cultronix/
http://eyeshot.net/
http://bostonreview.mit.edu/
http://www.locusnovus.com/
http://www.all-story.com/
http://www.literal-latte.com/
http://al.gcsu.edu/

İnternette Edebiyat Dergileri

Bu yazılar 2001-2002 arasında Kitap-lık'ta çeşitli internet sitelerini tanıtmak için yayınlandı.

İnternette edebiyat dergisi okumanın kuşkusuz bazı zorlukları var, herşeyden önce yazıların niteliği hakkındaki haklı olarak şüphe duymak en geçerli gerekçe. Bir çok e dergide iyi malzemenin yanında epey çetrefil yazılar da mevcut. Ama basılı dergi okumak ya da sadece gazete okumak bile aynı riski taşıyor. Oysa internette edebiyat ürünü takip etmenin avantajları oldukça baskın: Yeni malzeme, hızla değişen ve kendini yenilemeyi doğası gereği becerebilen ürünler, en önemlisi etkileşim alanı çok geniş bir mecranın yarattığı türler. Aşağıdaki birkaç e dergi işte bu kriterler gözönünde bulundurularak seçildi, malzemenin niteliğini tamamen okurlarına bırakarak...

Az ama öz: Eliamae

www.elimae.com’da yayın hayatını sürdüren Elimae’in, Web-del-Sol gibi birkaç alanda yayınları var. Deron Bauman’ın kurucusu olduğu ingilizce yayın yapan site hem kurmaca, şiir, deneme, röportaj ve eleştiri yazıları yayınlıyor. Bunun yanında kendi komünotesinin yazarlarının el yapımı kitaplarını yayınlıyor, bu kitaplar da yine site üzerinden satılıyor. Sitenin ana sayfası ve diğer sayfaların düzeni de “az ve öz” düsturuna uygun tasarlanmış: öncelikle işlevsel açıdan düşünülürse sitede neyin nerede olduğu son derece açık, ulaşılmak istenen el altında. Görsel açıdansa oldukça “nezih” görünmekte, sitenin içindeki malzeme kendini çok da kolay açığa vurmamakla birlikte göz alıcı duruyor. 1996’dan beri yayın yapan bir e dergi için belki az sayılabilecek malzeme var, ancak içine doğru ilerledikçe aynı malzemenin niteliği hakkında fikir sahibi olunulabiliyor. Belki her gece yatmadan bir tanesi okunabilir.

Dağınık ve karışık: Eyeshot

www.eyeshot.net adresinde bulunan e dergi 1999’dan beri “illiterati illumina“ vaftiz ettikleri türde ürünleri yayınlıyor. Bu tanımın içine şunlar giriyor: kurmaca öyküler, seyahatnameler, yazarlarla yapılmış röportajlar, dijital sanat sitelerine linkler, New York’ta gerçekleşen edebiyat olayları üzerine hayali eleştiriler, animasyon ve fotoğraflar. Metinlere çoğunlukla fotoğraflar eşlik ediyor, bölüm başlıkları çeşitli ve ilginç:“ Anlaşılmayanlar“ , „İtiraflar“ ya da „Ünlü yazarların saçları hakkındaki öyküler“ gibi. Bu notlara sitenin ağzının bozukluğu ve yazıların bolluğu eklenebilir. Edebiyat türünün sınırsızlığı da düşülecek bir başka not.

Türkçe ve devamlı: Altzine

www.altzine.net Yekta Kopan’ın editörlüğünde 58. sayısını yayınladı. Kalabalık kadrosunda Hayalet Gemi tayfasından da yazarlar bulunduran Altzine ilk sayılarına oranla oldukça artık daha az ürün yayınıyor. Hayalet Gemi nasıl Türkiye’de güncel edebiyat damarlarından birini oluşturduysa, Altzine de aynı çizgide görünüyor. Tasarım açısından ise bir dergi formatından kopamamışa benzemekte. Ayrıca ingilizce versiyonu da bulunuyor.

Telif Hakları Boşluğu ve Gutenberg

Bu yazılar 2001-2002 arasında Kitap-lık'ta çeşitli internet sitelerini tanıtmak için yayınlandı.

Bir temel metinler havuzu: Project Gutenberg, www.promo.net/pg/ :
Burası neresi, genel tanım


Project Gutenberg, ABD yasalarına göre telif hakkı 1923 yılında sona eren, ya da 1923 öncesinde yazılmış olduğu için telif hakkı ödenmeyen eserleri, özellikle de klasik metinleri bir araya getiriyor üstelik bunları download etme imkanı veriyor. Eserlerin dilleri ingilizce, ve gönüllüler tarafından siteye aktarılıyorlar. Böylelikle masallardan, efsanelerden, klasik edebiyat metinlerinden oluşan bu elektronik kitap arşivi sürekli genişlemekte. Sitedeki arama motorundan ya da genel bir listeden seçme yaparak zip’lenmiş olarak bulunan yapıtlara ulaşılmakta. Projeye kitap eklemek, teknik sorunlar için başvurmak, ve proje hakkında yazılmış olan makaleleri okumak da mümkün. Reprodüksyon özgürlüğü, serbest enformasyon dolaşımı felsefesinin site tarafından benimsendiği sitenin The Project Gutenberg: Philosopy sayfasında uzunca açıklanıyor. Projenin temeli 1971’de Micheal Hart adlı bilgisayar operatörü tarafından oluşturulmuş, şu anda sitenin editör, direktör ve kordinatörlüğünü dünyanın farklı yerlerindeki kişiler yürütüyor.

Neler var, ayrıntılı bilgi
Projenin kapsadığı bütün yazarların, metinlerin ve kitapların listesine ana sayfadan ulaşılıyor. Neredeyse bütün klasikler yer almakta, Rousseau, Balzac, Montaigne, Dante, Shakespeare’in başını çektiği liste avrupa amerikan rus yazınını ve kapsıyor.Bunun yanında çeşitli sözlükler (ingilizce- almanca ya da bilgisayar jargonu sözlüğü) de download edilebiliyor. Olası teknik problemler için (örneğin metin formatındaki sorunlar için) bir çözüm listesi de sunulmakta. Fakat Project Gutenberg eserler üzerinde editöryel bir çalışma gerçekleştirmediği için yazım hataları ya da versiyonlar arası dil, çeviri farklılıkları gibi sorunlara bir çözüm getirilemiyor.

İnternette Nietzsche, Bilgi ve Malûmat

Bu yazılar 2001-2002 arasında Cogito'da çeşitli internet sitelerini tanıtmak için yayınlandı.


Sondan bir önceki yapıtı Ecce Homo’da (İşte İnsan) çok kitap okumanın gereksizliğinden bahseder Nietzsche. Bununla Nietzsche’nin öz-düşünsel, deneyimsel bilgiyi kitabî bilgiye yeğlediğini savlamak olası. Bir adım daha ilerleyip, Nietzsche için malûmatın edinilmesinin, bilgi edinilmesinden önemli olduğunu da söyleyebiliriz belki. Bu noktada edinilen malûmat “Übermensch”e giden yolda kişinin yeniden yaratacağı değerlere harç olabilir...

Son derece donanımlı bir Nietzsche portalı olan www.geocities.com/thenietzschechannel/ -Nietzsche Channel, XX.yüzyıldaki tüm entelektüel yaşamın şu veya bu şekilde etkilendiği bu majör düşünürü yapıtlarından, biyografisine, imgelerine varacak bir çember içinde kuşatıyor. Sitenin içeriğine göz gezdirilince burasının malûmat ile bilgiyi biraraya getiren bir alan olduğu anlaşılıyor. Kullanıma son derece elverişli bir biçimde tasarlanmış olan sitenin ana sayfasındaki menünün ilk başlığı Nietzsche’s Works. Bu bölümde Nietzshe’nin tüm eserleri Almanca ve İngilizce olarak bulunuyor. Bir sonraki başlık Nietzsche’s Music, Nietzsche’nin müzikal eserleriyle ilgili her türlü bilgiye ulaşılabildiği gibi, mp3 olarak son derece zor bulunan bu eserleri bilgisayarınıza indirebilmek mümkün. Nietzsche’s Library ismli bölüm Nietzshe’nin kişisel kütüphanesinde bulunan eserlerin bir listesini (yazar ya da eser adına göre dizilmiş) içeriyor. Publication History kısmında kısa bir Nietzsche bibliografyası mevcut, Graffity Walls isimli sayfa ise bu sitede malûmata ayrılmış bir yer; Nietzsche ve felsefesi üzerine türlü duvaryazıları buraya sitenin ziyaretçileri tarafından eklenebiliyor. Yine kaynak olarak değerlendirilebilecek olan Image Gallery’de düşünürün çeşitli resimleri (fotoğraf, çizim ve yağlıboya) ve bir sonraki kısımda ise Nietzsche’nin biografisi (zaman çizelgesi olarak) yer alıyor. Popular Quates ve Nietzsche Speaks bölümleri Nietzsche’nin bilinen ve bilinmeyen özlü sözlerini ve bunlar üzerine hazırlanmış, ziyaretçilere yönelik bir testi içeriyor. Nietzsche: Film sayfası yine bir malûmat kaynağı olarak düşünülebilir, bu alan düşünür üzerine yapılmış filmleri, alıntı fotoğrafları, bu filmlerin künyelerini ve dahası Film ve Felsefe, Peter Greenaway ve Nietzsche’nin Bengi Dönüş Kavramı, Tarkovski’nin ‘The Sacrifice’ yapıtında Zerdüşt’ün Armağanı adlı çok ilgi çekici linklere yer veriyor. Son olarak sitede yeniliklerin haber verildiği What’s New ve ziyaretçilerin mesaj bırakabildiği Message Board bölümleri bulunuyor. Ayrıca Nietzsche ile ilgili olarak İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca hazırlanmış diğer sitelere link vermek de ihmal edilmemiş.
Ne yazık ki bu nadide siteyi kimin hazırladığı hakkında hiç bilgi yok, sitede sadece webmaster’ın e-mail adresi bulunuyor fakat sitenin gerçekten de kuru bilgiyle yetinmeyip internette Nietzsche üzerine edinilebilecek bir çok malûmatı da internet kullanıcılarına sunması rastlantı olmamalı. Nietzsche’nin yapıtını sadece kitaplarıyla yetinmeyerek, onun da öngördüğü biçimde bu kez internetin olanaklarıyla deneyimsel olarak da kavramaya çalışmak bu siteden hareket edildiği takdirde mümkün görünüyor.

Avrupa'nın Son Aydını: Walter Benjamin

Bu yazılar 2001-2002 arasında Cogito'da çeşitli internet sitelerini tanıtmak için yayınlandı.

http://www.wbenjamin.org/walterbenjamin.html adresinde yer alan site “Walter Benjamin Research Syndicate” tarafından, W. Benjamin’in yazdığı ve onun üzerine yazılmış her türlü eseri on-line olarak biraraya getirmek için hazırlanmış bir web sitesi. Geniş bir link ağına ve on-line ingilizce-almanca-fransızca text deposuna sahip olan site, W.Benjamin’in eserlerine her düzeyde ilgi duyanlar için internetteki birincil kaynak sayılabilir. Ana sayfada sunulan başlıklar öncelikle W.Benjamin’in kuramının güncel düzeydeki yansımalarını içeriyor: Benjamin’in kuram(lar)ı ve yazınsal ilişkileri üzerine makaleler, yeni yapılmış çeviriler (Uber Hashisch’in ingilizce ve ispanyolca çevirisi gibi), düzenlenen konferansların metinleri yer alıyor.

Yine anasayfada yer alan linkler bölümü Benjamin’in yazılarına, kitaplarının bilgilerine, Benjamin konulu makalelere, Frankfurt Okulu ve genel olarak W.Benjamin konulu sitelere linkler vermekte. Bu linkler W. Benjamin ile daha genel anlamda ilgilenler için sunulmuş ilk öneriler, daha geniş kapsamlı link ve text deposu için anasayfada yer alan The Pansophist Biblothek başlığına tıklamak gerekiyor, açılan sayfada yer alan on-line kütüphane iki sayfadan oluşuyor. Birinci sayfada, Index kısmında dört adet genel başlık bulunuyor. İlk başlık Walter Benjamin’in Bibliografyası’na açılıyor, sayfa 2001’de yenilenmiş ve ayrıntılı bir şekilde hazırlanmış. İkinci başlık, Frankfurt Okulu linkleri ve ilgili metinleri bir araya getiriyor; Adorno’nun metinleri, bibliografyası, Marcuse’nin metinleri ve ilgili linkler ve son olarak Habermas’ın metinleri burada bulunuyor. Üçüncü başlık Kant’tan Bugüne Alman Felsefesi, buradaki metinler de Alman Düşüncesi’nin köşe taşlarını oluşturan –ve elbette W.Benjamin’in yapıtını etkileyen- filozofların temel metinleri. Son başlık ise Alman Tarihi ve Edebiyatı, bu başlık altında da Barok dönemden bu yana Alman Edebiyatı’nın ana akımları ve bu dönemlerin temel metinleri -almanca olarak- yer alıyor.
Bu sayfanın sonunda ikinci bir sayfa geçiş için bir link mevcut, bu ikinci bölüm Walter Benjamin’in yapıtını daha iyi kavramak için hangi alanlardan yararlanılması gerekiyorsa, o alanlarla ilgili linkleri sunuyor. Bu liste ilk bölümdekine oranla daha geniş ve onun devamı niteliğinde: French Literature, History & Philosophy; Ancient Greek & Roman Literature, History, Philosophy; Ancient Near East; Judaica & Kabbalah;.Gnosticism,Christianity & Islam; Mediaeval & Renaissance Philosphy, Alchemy,Astrology & Occultism; Art & Art History, Architecture & Aesthetics; Anthropology & Prehistory, XV. Psychopharmacology & Entheogens Research, XVI. Science & Mathematics; Languages, Linguistics, Philology; Music; Film Catalogued as the Bakchos Film Collection (Film tarihi üzerine çalışanlar için hazırlanmış 1890-1939 arasındaki filmlerin koleksiyonu); Political Science & Theory başlıklarından oluşuyor ve sayısız temel metine –orjinal dilinde ve ingilizce-, sayısız makaleye, linke ve arama motoruna kaynaklık ediyor.
Adorno’ya yazdığı bir bir mektupta kendisini Avrupa’nın Son Aydını olarak tanımlayan Benjamin’in yapıtının -her ne kadar tamamlanmamış eserler içerse de bu haliyle dahi- ne denli geniş bir kazı alanı gerektirdiği sadece bu sitenin önerilerine bakarak bile kavranabilir. Sitede yer alan bunca temanın ve başlığın yardımı ile Walter Benjamin ve yapıtı üzerine geniş bir birikimin izini sürmek mümkün. Bu başlıkların alt başlıkları da düşünülürse Walter Benjamin’in yapıtındaki herhangi bir temayı internetteki kaynakları ile kuşatmak da mümkün olabilir.

Hareketli Foucault Bebekleri ve Identity

Bu yazılar 2001-2002 arasında Cogito'da çeşitli internet sitelerini tanıtmak için yayınlandı.

Popüler kültür ve sosyal bilimler kuramları arası geçiş alanı: www.theory.org.uk

Burası neresi, genel tanım

Theory.org.uk’ in ana sayfadaki motto’sundan böyle bir fikir edinmek mümkün; sitenin sunduğu kaynaklara bakıldığında bu geçişin şekli ve boyutları da netlik kazanmakta: Elindeki batonu poststructualist bir tarzda sallayan, bütün profesyonel felsefeciler ve yeniyetme potmodernistler için ideal olan 6.5"lik Foucault bebekleri; 20.yüzyıl filozoflarının, sosyologlarının ve temel akımların özelliklerini özetleyen cep kartları; son olarak da yine bu ana akımlar, bunların temel sorunsalları ve sosyal bilimler kuramcıları ile ilgili genel bilgiler.
Bu geçişken haliyle bu site internetteki konu üzerindeki –20.yy sosyal bilimler kuramları-mainstream’lerden birini oluşturuyor: Leeds Universitesi, İletişim Araştırmaları Fakültesi tarafından destekleniyor (sitenin sorumlusu da bu bölüm akademisyenlerinden olan David Gauntlett); site her ay 30,000 kişi tarafından ziyaret ediliyor, ve söz konusu alanlar üzerine temel bilgilerin yanısıra ilgili linkleri, diğer kaynakları, bazı temel metinleri, makaleleri ve incelemeleri sunuyor.
Bu site aynı zamanda Framework Online (www.frameworkonline.com) adlı bir sinema/medya dergisi ve New Media Studies (www.newmediastudies.com) adlı web ve medya ilişkilerini konu alan bir proje ile kesişmekte; bu nedenle sitede yer alan bazı makaleler ve kaynaklar bu alanları da kapsamakta veya bu sitelere geçiş yapmakta. Sitedeki yenilikleri ilgilenenlere haber vermek için oluşturulmuş bir e-mail listesi de mevcut. Site Ocak 1999’dan beri online, ayrıca
Theory.org.uk projesi, çalışmaları sonucu Britannica.com; Oxford Üniversitesi (CTI Textual Studies bölümü); The Philosophers' Magazine ve benzer web-zine’ler tarafından da ödüllendirilmiş.

Neler var, ayrıntılı bilgi

Sitenin ana sayfası Theory.org.uk’in ilgilendiği alanları ve olanaklarını net olarak gösteriyor. Bir kolda genel ilgi alanları yer almakta: Adorno, Giddens, Foucault, Butler; Identity, Role Models, Queer Theory, Media Effects ve bu alanlardaki bazı kitapların eleştirileri. Örneğin Foucault’ya ayrılan kısım bir genel giriş/ tanıtım yazısını, Foucault’ nun ve onun üzerine yazılanlardan oluşturulan seçme bir bibliografyayı, Foucault ile ilgili diğer sitelerin linklerini, ilgili kitapları, diğer sosyal bilimler alanlarıyla Foucault’ nun teorilerinin ilişkisini inceleyen makaleleri, ve Foucault’nun Paris’i gibi bir çalışmayı içeriyor. Bütün bu genel çerçeve çalışmaları Theory.org.uk.’i mainstream yapan özellikler, siteyi popüler kültürün alanına sokan –şüphesiz en ilginçlerini hareketli Giddens ve Foucault 6,5” lik bebeklerinin oluşturduğu- çalışmalar ve olanaklar da diğer kollarda bulunmakta. Postmodernist kültüre katkı çalışması tabir edilebilecek, Trading Carts adıyla vaftiz edilen (bu adıyla da Harry Potter, Pokémon ya da Magic /The Gathering oyun kartlarını çağrıştıran ve tasarımları/ içerikleri ile de bu kartlara benzeyen) üzerinde filozof ve sosyologların ya da identity gibi sorunsalların ana özelliklerinin, teorilerinin güçlü ya da zayıf noktalarının yer aldığı ve bir görsel ile renklendirildiği; satın alınabilen ya da download edilebilen kartlar bu sitenin en çok bilinen ve rağbet gören çalışması. Sitede sunulan bilgilerin test edildiği bir Quiz ve Random Modules adı altında her üzerine tıkladığınıza farklı bir iletişim disiplini adına ve onun açıklamasına açılan bir başka çalışma da popüler kültür/ sosyal bilimler teorileri kesişiminde sunulmakta.
Sitenin bu içeriği zaman içinde gitgide genişlemiş ve genişliyor, What’s New kısmında hali hazırda eklenenler ve önümüzdeki aylarda eklenecekler ilan ediliyor.

Frankfurt Okulu İnternette

Bu yazılar 2001-2002 arasında Cogito'da çeşitli internet sitelerini tanıtmak için yayınlandı.>


İnternet ve içeriğinin sınırlarını her ne kadar kavramakta zaman zaman zorlansak da, bazen sanal mecra bizi şaşırtmayı başarabiliyor: Frankfurt Okulu ve teorisyenleri hakkındaki malzeme neredeyse tüy siklet kategorisinde sayılabilir. Hemen hemen her arama motorunda –ister google’da, ister felsefe/sosyoloji odaklı arama yapan motorlarda- Franfurt Okulu için arama yapıldığında ilk sırada görünen site Dougles Kellner’ın hazırladığı Illuminations. Site http://www.uta.edu/huma/illuminations/
adresinde ingilizce olarak bulunuyor. Sitenin adresinden de anlaşılacağı gibi D. Kellner UCLA’da öğretim üyesi, adına internette popüler kültür, kültürel araştırmalar alanında arama yapıldığında çok sık rastlanıyor. İlluminations ise, konu göz önüne alındığında, içerik açısından oldukça yetersiz kalıyor, üstelik bu sitenin internetteki en kapsamlı kaynak olduğu düşünülürse durumun vahameti ortaya çıkıyor. Ana sayfada Benjamin, Adorno, Horkheimer, Marcuse gibi isimlere tıklandığında her seferinde farklı bir formattaki kaynağa ya da metne ulaşılıyor. Örneğin Horkheimer için yalnızca Aydınlama’nın Dialektiği’nin ingilizce çevirisi yer alıyor, W. Benjamin için ise Cogito’nun bir önceki sayısında tanıtımı yer alan wbenjamin.org’a bir link bulunuyor. Bunun yanında H. Marcuse’nin biografisi ve metinlerinden oluşan küçük bir arşiv sitesinin linki, T.W.Adorno ile ilgili iki metin ve son olarak J.Habermas için metinlerin fince olduğu bir siteye link mevcut.
Sitenin en işe yarar kısmı ana sayfanın en altında yer alıyor: Critical Links, Frankfurt Okulu ve ilişkili konuların bir kısmına linkler sunuyor. Örneğin Adorno’nun tüm metinlerine buradaki bir linkten ulaşılabilir ya da G.Deleuze ve F.Guattari’nin metinlerine linkler veren bir sitenin linki burada bulunabilir.
Konu üzerine biraz daha ciddiyetle hazırlanmış ama yine de içeriği ihmal edilmiş bir başka site de Dialectiques: http://www.chez.com/patder/index.htm
adresinde fransızca olarak bulunuyor. Ana sayfada yine İllimunations’da olduğu gibi isimler yer alıyor, isimlerin herbiri tıklandığında ise önce bir yaşamöyküsüne ulaşılıyor sonra da detaylı bir kaynakçaya geçiliyor. Bu sitenin en yararlı kısmı linkler kısmı olarak görünüyor, birkaç makaleye ve siteye buradan geçmek mümkün. Sitenin ayrıca kuramsal hipermetinlere yer veren –théoriques- kısmında iki metin yer alıyor, sitenin Frankfurt Okulu’nun tarihçesini hazırlamakta olduğu bir de –histoire- bölümü bulunuyor.

Anlaşılan o ki, internette bazı konularda tutarlı bir şekilde bir araya getirilmiş metinlere ulaşmak zor olabiliyor, popülerlikle ilgili kurallar bu mecrada da işliyor: Çok iyi bilinen isimler -örneğin Nietzsche- üzerine yüzlerce site bulmak, temel metinlere ulaşmak mümkün ama malumat edinmek bir o kadar zor. Daha kısıtlı bir alanda kullanım değeri olan temel metinlere ulaşmak ise oldukça zor ama bu metinlerden hareketle üretilmiş hipermetinler, deyim yerindeyse, internette cirit atıyor. O nedenle linklerden linklere atlarken nerede ne olduğunu unutmamak, ne aradığını ise hiç unutmamak için dikkatli bir ayıklama işlemi gerekiyor. Arama yaparken en iyi yöntem karşılaşılan sitelerin linkleri kullanmak, tek bir sitenin içeriğinin yeterli olması gibi bir durum söz konusu değil çünkü. Denilebilir ki bir çok site birbirini tamamlıyor, metinsel olarak zayıf olan bir site bibliografya açıından çok sağlıklı olabiliyor ya da metinsel olarak zengin olan bir sitede de hipermetinler arasında kaybolmamak için çaba göstermek gerekebiliyor.

Akademik Alanda Arama Motorları ve Ctheory

Bu yazılar 2001-2002 arasında Cogito'da çeşitli internet sitelerini tanıtmak için yayınlandı.


I. Akademik Alanda Arama Motorları
Burası neresi, neler var; genel tanım, ayrıntılı bilgi


Nette, akademik alanda ciddiyet taşıyan dökumana ulaşmanın bir yolu da (e-dergiler arasında dolaşmanın yanısıra) arama motorlarında tarama yapmaktan geçiyor. Bu iş için kullanıma uygun motorlar içinde ilk akla gelenler: ‘Academic Info’ (www.academicinfo.net) , ‘All Academic’ (www.allacademic.com) ve ‘Humbul Humanities Hub’ (www.humbul.ac.uk).

Academic Info bir rehber niteliğinde; aranılan konuyla ilgili makalelerden ziyade siteleri bünyesinde bulunduruyor. Sade bir tasarıma ve dolayısıyla kolay kullanıma sahip, konulara ve anahtar kelimelere göre arama yapılabiliyor. Ana sayfasında en genel hatlarıyla araştırma konularının listesi (Sosyal Bilimler, Fen Bilimleri, Mühendislik, Hukuk, İşletme...); ‘Reference Desk’ adı altında sözlükler, diğer arama motorları; ‘Student Center’ bölümünde kolejlerin, üniversitelerin, öğrenci örgütlerinin adresleri toplanmış durumda.
Ayrıntılı konu taraması için ‘browse by subject’ seçeneğine gitmek gerekiyor. Örneğin ‘Afghanistan Studies’ başlığı şeçildiğinde, açılan sayfada konuyla ilgili medya/haber kaynaklarının, internet ortamındaki her türlü kaynağın (e-gruplar, haritalar, spesifik siteler vs.), araştırma raporlarının, çeşitli organizasyonların ve seçilmiş makalelerin listeleri bulunuyor.
Ayrıca anasayfada güncel bazı olaylarla ilgili makalelere ve web sitelerine doğrudan bağlantı veriliyor (11 Eylül ile ilgili kaynaklar ya da Salt Lake 2002 Resmi Sitesi gibi). Güncellemelerden –ki aylık olarak yapılıyor- haberdar olmak için kayıt olunulabiliyor.

All Academic bir arama motoru, tasarımı sade fakat kullanım olanakları itibariyle daha ayrıntılı bir tarama yapmaya olanak veriyor: başlığa, konuya, eser sahibine göre seçilmiş ahahtar kelimeler vasıtasıyla doğrudan makalelere ulaşılıyor. Fakat burada, tümel bir konu listesine göz gezdirmek itibariyle arama yapmak olanağı bulunmuyor.
Arama çeşitli akademik dergilerin arasında yapılıyor. ‘Population’ kelimesi aranıyorsa eğer, bu kelimeyle ilgili her türlü makale, konu ayrımı (ekoloji ya da sosyal psikoloji gibi) yapmaksızın sunuluyor. İlk sonuçlar bu nedenle makalerin özetlerini içeriyor.
Anasayfadan diğer kaynakların ( e-dergi ve gazetelerin, diğer –genel kapsamlı ve akademik alana yönelik- arama motorlarının, akademik örgütlerin) konularına göre ayrılmış listelerine de yönlenilebiliyor. Örneğin, sadece antropoloji alanındaki e-dergilerin adreslerine ulaşmak mümkün. İstenirse kitap, makale, araştırma raporu gibi dökumanlar buraya eklenebiliyor.Bunların dışında All Academic, e-dergi hostluğu da yapıyor.

Bu iki motor tüm bilim dalları için kaynak oluştururken, Humbul Humanities Hub ise sadece sosyal bilimler alanında hizmet veriyor. Anasayfada anahtar kelimeyle tarama yapma olanağı nın yanısıra makale konularının genel bir listesi bulunuyor. Böylelikle konulara göre ayrılmış makalelere tümden gözatılabiliyor. Anasayfanın altında, bu alandaki diğer aramalar için ‘Quicklinks to Resources to Humanities Research’ seçeneği bulunuyor; buradan e-dergi, gazete, database, arşivlerine doğrudan linkler veriliyor. Academic Info gibi istenirse buraya da kaydolunulabiliyor ve bu işlem sonucunda güncellemelerden ve ilgilenilen konularda eklenilen dökumanlardan haberdar olunulabiliyor.



II.CTHEORY
Burası neresi, genel tanım


www.ctheory.net’ in anasayfasında bu sitenin teori, teknoloji, kültür alanlarında makaleleri, röportajları, kitap eleştirilerini ve major güncel olayların yorumlarını barındıran uluslararası bir gazete olduğu yazılı. Fakat sitenin sadece bir kısmı bu işe hizmet ediyor; bir süre önce tasarımı tümden değişen Ctheory, bunların yanında e-kitap ve dergi yayınlama, dijital bir arşiv hazırlama işlerine de ele atmış durumda. Editörleri arasında (hatta ilk sırada) Jean Baudrillard bulunuyor, diğer isimlere ve bulundukları yerlere bakıldığında site tam bir uluslar arası işbirliği ürünü olarak görünüyor.
Sitenin nasıl bir yer olduğunu daha iyi anlamak için içeriğine bakmak gerekiyor, zira genel bir bakış için başka bir ipucu (editörlerin adları dışında kim oldukları, sitenin amacı, ayda kaç kişinin ziyaret ettiği vs.) bulunmuyor.

Neler var, ayrıntılı bilgi

Ctheory’nin kendisi tek bir sayfada tüm makaleri bulunduruyor; böylece hepsine tümden göz atılabiliyor. Sayfanın en üstünde ‘Articles’, ‘Event-Scenes’, ‘Reviews’, ‘Global Algorithm’ gibi konu başlıkları mevcut; ilgilenilen makaleye böylelikle ulaşılabiliyor. Fakat anahtar kelime ya da konu taraması yapılamıyor. Makalelerin yazarları arasında Paul Virilio ve Jean Baudrillard ismine sık sık rastlanıyor; makalerin siteye eklenme tarihi de yer alıyor- buna göre site 1993’ten beri online durumda, makale yayınlıyor.
www.ctheory.net’in açılış sayfasında Ctheory’nin diğer işleri yer alıyor: ‘Cheory Books’ ‘Ctheory Multimedia’ ve ‘Digital Archives’.
Dijital arşivler henüz yapım aşamasında, fakat ‘Ctheory Books’ sayfası yayında ve bünyesinde onyedi online kitap bulunduruyor. Bu kitapların -şimdilik- onaltısı PDF formatında yüklenebiliyor. Bu onyedi kitap hakkında eleştiriler de sayfada yer alıyor.
‘Ctheory Multimedia’, bir dergi; Cornell Üniversitesi Kütüphanesi işbirliği ile yayınlanıyor. Dijital çağın getirdiği kavramlar ve temalar üzerine eleştirel düşünce üretmeyi ve sanatsal ürün vermeyi amaçlayan dergi, programcılar, sanatçılar ve teorisyenler tarafından hazırlanıyor. Elektronik ortamın tüm olanakları kullanılarak hazırlanan ilk iki sayı nette yer alıyor, temaları ise: ‘Digital Dirt’ ve ‘The Promise and Perils of Human Genom Project’.
Perils of the Human Genome Project The Promise and Perils of the Human Genome Project

I, II, III

Bu yazılar hiç yayınlanmadı.

I.
.Girizgâh

Kulelerden in ki yüzün belirsin. Ben çıkamam. Daha doğrusu olmadan bittim ben. Boynum uzamadan kırık. Sırtım yirmide kambur. Ne göbek deliği, ne tırnak. Yazıya zor bir parmak. Titreyen üç bacak, üçüncüsü o yüzün geldiği yerden gittiği yer uzanıyor. Oysa bir tek hatta ileri geri olduğumu iddia ediyorum. Karşıma bir zayıflık, bir cücelik dikiliyor, hattımı kesiyorum. C’était un jour immense.

.Doğu(m)
Gitti bu esrar. (Bekle ki geri gelsin o ignorence)
Balkonlarda bekledik uğultulu yoktur aşağıdan geçen. Camlar boyu güneş parladu, al sana bir ayna karaltılı bak. İki. Artık.
Seferinden dönsün, gelsin, baktıklarımıza baksın, bizi ‘tam’ görsün çünkü biz kendimizi her nesnemize, anımıza, rüyamıza dağıtanız. Bir de utançtan ağıtını yakamayanız. Gelsin, uyutsun bizi. Diye bekleyeniz.
Sus1
Sus2
Sus3 deyip

Üç nokta

.Bölü(m)
Bu hat’a üçüncü çok geliyor. Bizden içre ikiliği bozuyor. Biz iki sus’ta susanız. –Ben öncesi bir kişi zamiri bulunamadığı için öznesizdir virgülden önceki cümle ve öznesizlikle ezilir o fiil) bakın, iki olduk zaten. Bir karagöz iki hâcîvat, düşeriz. İstenmez. Ne getirdikleri ne kendisi. Biz bekleriz. Açılan parantez, kapatan ikizi mi? Üç, bir esrik sırıtış. Aynı anda konuşamayız, gelmesin, binbir kapı önünde, içlerine giren soluklarda, özsularda –belki, evet ‘onlar’ın- uyutsun kendini. Biz uykusuz, susanız.

.Hep öncesini arayan bir metinde ‘üç’ün sözü aslında kimindir?
Titreyen bir sesle: ‘Üçü sesli kılan iki.’

Seyyâh: Gezdikte. Yokken bekledikte. Siz sustukça avaz avaz. Anlattıkta, yazdıkta üç. Kendinize durdukta, arada gelmekten gitmeye yatan üç. Dilinizde, birbirinize yaklaştıkta, aranızdaki nokta, bitiremedikte. Sizden çok oıradan içre: Hep burda. Ama siz söyledikte: Seyyâh.
Genişleyip ayrıldıkta, evet, bir kule: İkinin arasından üçe.

.Kulelerden in ki belirsin yüzün
‘O’dur bir ikiüçü doğuran ve asıl söz bir ve iki arasında sıkışandır: Ayna ve iki yanındaki zahir hep. ‘O’ndan gelme, ‘o’nu bekleyen, ‘o’nu üçüncü kılan. ‘O’ neden sonuçsuz bir metinde (şöyle ki her metin parçası bir öncekini aramaktadır, nedenselliği tersten kurarak belki kendisi de bir artı söz değil, bir fazla eksiktir bir öncekinden, oysa hayat soldan sağa okunur doğu memleketlerde) ‘tek’i kılmakla yükümlüdür kendisinden, ‘tek’i hep ‘îki’ kılacak bir reaksiyonu başlatarak ancak.
Ve tarih Narkissos’la başlamış olabilir. Bir ve iki arası söz, maalesef, -güzel de kokan aslında- bir çiçek olabilir.



II.
.İki.

Kısalım sesimizi o halde. Hattımız çığlıklarla bezeli, biz susalım.
İki ucunda durdukça gerilecek aramızdaki.
Olamadığımızı, olamayanımıza ‘o’ oldu.Biz baktıkça da, söyledikçe de kendini
tuttu, esirgedi bizden.İki ucundan onunla gerili tel koptu, kendimize
kıvrıldık.
Yine iki,yine ‘o’ oldu olan.

Uydurukça çığlığımız yükselsin ama sözümüze güvenilir mi?Hala o baktıkça,
uzak/yakın, duruşumuz ayarı bozuk suskunluk.
Ah, nedeni belli,soldan sağa harflerin perspektif yığılması: Bu oldu
yazdığımız. Kutudan saçılan, göğe ve yere, sus vermeyen esrime:
İki ölümlü üzre sığ konuşmalar.
Neden?
Tek bir hat idi derdimiz.

Gece ilerledikçe, o ve sonrakiler hep, bizimle doğmuş kelimelerin
depremi. Sonuncuda bizden ayrı artık o el, karın, unutturmaya dolanan dil ve
bembeyaz yüz, soluk, çarşaf ve duvar.
Unutulacak kadar sığdır sarf ettiklerimiz, sır ve söz diye, bir ‘çünkü’
bütün zaman dilimlerinde doğumu ve ölümü herkesinki gibi bağlar.


.Tek.

Ben kendimden ‘sus’ verildiğinde döndüm. Saatimi babam bildim diye
solumdadır bütün kaynaklı (aşktan, alkolden, öyküden) solumalar.
Ve o solumadır hızla ikiye yol alan, üçe yer vererek.
Oysa bu susmada artık kendimi dinliyorum. Ağız ve mide arası gerili bir
çılgınlık ve orada boğulan, kasılan cümleler: edeceklerim. Körpe ve kaygan
bir kaygı, hiç susmadı. On ikiye yirmi var.
Ses ve sessizlik arası bu müzik çalar. On ikiye on var.
Başımı yastığa ve bölünen sesin.İvmeyle parçalara: önce iki ayrı: İki
dişi: İki sefil suskun.
On ikiye beş var.
Sonra üçüncü: Bölen ‘milad’dır: kendisi hep zorla dile getirilen.
On iki.
Uykudan başka nereye sığınılır?

III.
Bu gece ‘Dibin sesi’ programından tekdüze yayın yapılmakta: birbirinin içine
geçmiş anı-zaman parçaları.

Yengeçler yutsun beni, üzerime kumullar kapansın,kör aydınlığa söylediğimiz şarkılar kayboldu her nasılsa.Ah,kendime eşsiz evler yapıp,tek tek yıkmak istiyorum:yan yana gelmemesi gereken tuğlalardı bunlar.

Hadi bağıralım
ciyak
ciyak
Uzunlamasına belirip kaybolan tınılar, her yerden (kapı aralığından, anahtar
deliğinden) sızsın.Mordan kahverengiye uzun seyahatler edelim.
Susalım.
Ve bu suskunluk içindekilerden bağımsız taşınca...

Dilim bu susmayla dolanıyor,ağzımın içinde sarhoş, şişmiş. İki dişil ruh kalbimi kemiriyor.
tıkır
tıkır
Bir ikiliğe adım adım
Yüzüme sonsuz sayıda maske örtmeli benim.Sözlerim ancak o zaman uzaklaşabilir ve kaygan sesim o zaman kulaklarıma çarpar :ötekinin yankısı.
Bir gecede yazmak istiyorum, hemen, bu zamansızlıkta durdukta büyüyen, genişleyen bütün metinleri.

Olanları bildikte, zamanda olacaklar da törpüleniyor.Tam ‘şimdi’ de birikmiş
bir imgelem, savaş halinde yarattıklarına karşı. Dağınık bir tempoyla kılıç
şakırtısı: bütün süzülenler artık.Parçalamalı, istiflemeli.
Adlar bile görünmüyor oysa, bakış yer değiştiren sürekli, kesişmeyen artık ‘öteki’ ile, ses söz: yığıntı.
Yeri/duruşu (sağ duvar,sol duvar ve yatay,dikey) değiştirilse bile aynı tablo. Artık.
Hadi susalım.

Sus 1: Taştan yont bunu: tam da aynısı olsun öykülerin : birileri. bir oda.bir sokak.kavruk uykular.sarhoşluklar.ve hepsinin bitmeyecek anı(ımsama)ları.

Sus 2: Ör bunu, iç içe sok, kilitle, karıştır, yap, boz, bedenine vurdur –hızla- , boya, kavur, besle ve kuru bırak içine (s)al, uyut, yak ve bütün savaşanların gözlerini büyüt –gözbebeklerini- , başla ve bütün zamirleri, fiilleri dök eteğinden.Karnındaki yumuşak oyuntudan kes sızılarını ve
sus
sus
sus.

Birbiriyle savaşan iki kadın oldu gövdem: annemden kalan iz yolda hicrette doğru kadına doğru ama sağ elim durmadan oyalıyor göçünü, kağıt üstünde gece baskınlararı yaparak.Gündüz gösterdiğinden başkasına bakışların öcünü alıyor.Uykum tarafsız bölge: ağırlığıyla bu savaşın çırpına çırpına uyanıyor bedenim.

İki kadın, yığıl birbiri üstüne artık.Gürültünle çağırdığın atlı (maalasef)
yolda ve kurmak üzere geliyor ikinizi de sırt sırta bağlayacağı direği.
Çocuklarınızın bile bakışları kesişmeyebilir artık.

Lili

1998-1999 arasında Gizli Yüzler adlı sitede bir grup meraklı, yazılar yayınlamaktaydı. Her yazarın kendine ait bir bölümü vardı. Bu yazılar orada yayınlandı.

02-03.08.1999
Paris

Lanet parmaklar! Lili, o çok sevgili odasında oturmuş parmaklarını ısırıp, etlerini kopartıp, kanatıyor. Küçük ellerinin, küçük parmaklarını aç kalıp kuyruğunu yemeye başlayan bir fare gibi kemiriyor.
Asansörün gürültüsü ile irkildi. Apartmanda kimseyi tanımıyor ama
Hepsinin eve geliş saatini ezberledi; çatı katında, gündüz çadır gibi sıcak, gece ise kuzeyden esen rüzgârla buz gibi olan bir odası var, asansörün eski mekanizmasıyla yan yana.
Şarkı mırıldanıyor; ama söyleyemiyor çünkü ağzında şu an sol elinin yüzük parmağı var.
Bekliyor.
Asansör 5. kattan zemine indi -demirlerin açılıp kapanma sesi- dipten gelen gürültü- tanıdık ama alışılması mümkün olmayan- Lili dikkat kesildi, belki... ve iki kat aşağıda duran asansörün sessizliği.
Lili söylendi, suratını buruşturdu, kapıyı açtı; aynı anda aşağıda bir yerde kilidine sonunda kavuşmuş olmanın rahatlığını taşıyan anahtar şıkırtısını duydu. Kendi dilinde küfretti: "ş" ve "ç"ler merdiven boşluğunda -yabancı- kaybolup gittiler. Sağ elinin baş parmağı ağzında kapıyı kapattı.
Şarkısını mırıldanıyor. Baş parmağını da kanatmayı başarınca aynanın karşısına geçti. Sarı, kısa saçlar, güneşte buruşan minik bir surat, bir çift kısık koyu mavi göz -deniz gibi-, boyun, omuzlar, kollar... yerli yerinde.
"Güzel" dedi. Kendini aynanın karşısında görmek Lili'yi memnun eder.
"Her şey yerli yerinde" dedi ve bunu özellikle kısa bacakları için söyledi. Evet, kısa bacaklar. Lili neredeyse hiç eğilmeden eliyle dizlerini kavrayabilir; çünkü çok kısa bacakları var. Ve Lili kısa bacaklarını çok sever, hiç kimsede olmadığın için. Mutsuzsa, ağlıyorsa özellikle bu akşamki gibi -yine- yalnızsa, parmaklarını yiyorsa, aynanın karşısına geçer, bacaklarını seyreder, hala yerinde duran bir çift kısa bacağa sahip olduğu için, kedilerin kuyruklarını yakalamaya çalışarak eğlenmeleri gibi mutlu olur. Ta ki bir sonraki asansör gürültüsünü duyup, irkilinceye kadar.
Bu kez sol elinin baş parmağını dişlerinin arasına çiğneyerek kapıya dayandı. Parmağından sızan kan diline ulaşıncaya dek yanıldığını anladı. Evin yanından geçen, yüz metre ilerideki ana gara doğru ağır ağır ilerleyen tren gürültüsü, asansör ile aynı; ama asansör camları sarsamıyor, sadece Lili’ye yaklaşık bir dakika elli saniye sonra kapısının birisi tarafından çalınabileceği olasılığı aynı gün içinde belki de yüzüncü kez hatırlatıyor.
Ve ayna, tekrar.
Kısa bacakların kısa görüntüleri de hayatımdaki her şey gibi Lili’nin değiştirmek istediği şeyler. Ama değiştiremeyecek, bu gecenin sıkıntılı, sarı beklentisi gibi, Lili, bacaklarını da değiştiremeyecek. Ve bu nedenle seviyor onları; en ihtişamlı düşü bir çift uzun bacak olduğu için bu kaslı, pembe, kısa bacaklara sahip oldukça bu düşü kaybedemeyecek olduğu için şimdi aynanın karşısına geçmiş, zıplıyor.
Yarın yağmur yağacağını bildiği gibi, Lili asansörün altıncı kata çıkmayacağını, asla sarhoş olup bir şeyleri unutamayacağını, artık doya doya ağlayamayacağını ve sevgili ananesinin bir gün öleceğini biliyor , son trenin her gece tam 01:38’de geçmesi gibi, apartman boşluğuna bakan penceresinde durup evlerinde oturan, uyuyan insanları gördükçe kimsenin onu bu odada ziyaret etmeyeceğini de biliyor. Son metroyu kaçırıp eve taksiyle dönmek zorunda kalanlar gibi, Lili artık başka şansı olmayacağını biliyor.
Bu şehirde ‘eve gidiyorum’ diyenlerin gerçekten de eve gittiklerine, mutluyum diyenlerin gerçekten mutlu olduklarına, bir apartmanın üçüncü katından bacakları sarkıtanların aşağıya gerçekten atlayacaklarına inanılır. Belki de bu nedenle Lili’yi yarattım. Kendime ikinci bir kapı, boyumdan büyük bir pencere açmak için, öğlen güneşi gibi iç sıkıcı bir odada kapısının çalınmasını bekleyen Lili’yi düşündüm. Her fare tıkırtısına, her anahtar sesine, dört duvardan içeri dolan her yabancı cümle parçasına duyarlı; fakat gri gökyüzünden kopup gelen, çatıların üzerinden çıkan, kaldırımları yalayan özgürlüğe kayıtsız Lili, şimdi de odasının olanca sessizliğinde, kalp atışlarını sayıyor.
Ve ben Lili’yi burada oturup yazarken, onu güçlü kılamayacağımı biliyorum. Özlemek benim, beklemekse Lili’nin seçimi.
Benim uzun bacaklarım var: Birbirimizin düşüyüz. Lili, benim kırk beş dakikalık görüntüm aynamda, bense onun aynada görmek istediğiyim, tam da şu anda, aynaya üflediği sıcak nefesinin buharını sildiğinde.
Asansörü boş verdi, artık beklemeyecek. Hızla giyinip, dışarı çıkacak, bacaklarının üzerinde zıplayarak yürüyecek. Çünkü yerinde yüzyıldır duran ve asla kıpırdamayacak olan taştan heykeller gibi, kapısı hiç çalınmayacak.
Serin gece. Yarın yağmur yağacak. Lili, her şeyi yapabilir; biliyor, benim bu öyküyü yazmayı yarına bırakmam gibi, yaşamını erteleyebilir de.
Kısa bacaklarının üzerinde yaylanarak yürüyor şimdi. Yirmi beş dakikası kaldı, önünde duran bu kağıttan ve aynamdan kaybolmak için.
-Yazdıklarımı kimse okuyamaz- mezar taşlarının üzerinden kaybolup giden yazılar gibi, kimi kaybolup, kimin yaşadığı bilinemez.
Lili kan oturmuş parmaklarına baktı, sanki kapısı çalınmasa kemirmeyecek onları. Odasının yılda kaç gün güneş ışığını doğrudan aldığını merak etti. Karşıya geçecek –sarı ışık- önce köpük köpük denizi düşündü, sonra da ağustos böceği seslerini, sarı parlak öğle güneşinin üzerimizdeki boğuk yankısı gibi –kırmızı ışık- Lili kaldırımın kenarında ayaklarının yarısı yolun boşluğunda, diğer yarısı kaldırımın üzerinde kalakaldı. Sendeliyor ağır ağır, önce arkaya, sonra hızla öne, yana doğru.
Tak.
Kapının ne acele, ne de çok sakin ama içeride birinin olup olmaması önem taşımıyormuşçasına –kayıtsız- çalınması gibi Lili’nin arabanın altında kaybolan bacakları.
Tak.
Beşinci kattan düşen kedinin beton zeminde çıkardığı ses. Hemen ardından aynı kedinin kuşların peşine düşmeden önce, dişlerini farenin boynuna gömdüğünde, farenin çıkardığı ses.
Sessizlik.
Lili bu kağıdın üzerinden kaybolmadan önce, gözlerini sarı hastane odasında açtığında, kısa bacakları kendisinden çok daha önce gömülmüş olacak. Lili’nin gözleri güneşten kamaşır gibi kamaşacak, özlediğini hissedecek ama eski mi yoksa daha hiç yaşanmadı mı bilemeyecek. Kendine yeni bir düş arayacak; çünkü artık uzamasını istediği kısa bacakları yok.
Doğru, aynamdan Lili’nin önce bacakları kayboldu. Onun gövdesinin altında kendi uzun bacaklarımı görebiliyorum. Tek bir sözcük ya da öyküyle her şeyi anlatamayacağım için susuyorum. Bütün kelimelerimle susuyorum.

Gölge

1998-1999 arasında Gizli Yüzler adlı sitede bir grup meraklı, yazılar yayınlamaktaydı. Her yazarın kendine ait bir bölümü vardı. Bu yazılar orada yayınlandı.

Uzattığım bacaklarıma bakıyorum.Ayak parmaklarımı usulca kımıldatıyorum.Artık kimse görmüyor.Açık pencereden dışarısının sesi -boğuk- odaya doluyor.Misafir odası.Bu odayı kullanmayıp,misafirlerimize ayırdık,doğru,üstelik Cevat çok kızacak bu koltuğa oturup yazmama -yazmama bile kızacak belki-ama olsun,sanki ben misafir değilim,Cevat ölünce gideceğim zaten. Annesi öyle dedi evlendiğimiz gün ‘Cevat ölünceye dek saltanatın bu evde’ oysa kendi ölüverdi üç sene sonra da ‘Dünyada saltanat buncaymış’ dedi Cevat ‘ölünceye kadarmış’.Başörtümü düzeltip tam da şu noktaya baktım:annesinin sararmış çene çukuruna.’Evet ‘demedim ‘evet Cevat ,ama saltanat yok ki,kulluk var,kime kulluk edeceğini sen bilirsin ama yalnız kulluk var.’
Onaltı yaşımdan beri hiç yazmadım.Canım yazmak istemediğinden değil,o yaşımın heyecanıyla kaiıt kaleme sarıldığımdan hiç değil:bu ev bütün vaktimi aldığından.Bazen Cihan’ı görürdüm de yazarken de içim cız ederdi, ‘anne’ derdi ,‘çay getirsene,yazı yazıyorum.’.Ah yavrum,ne de çok yazardı,baktırmazdı da,çayını masasına koyarken gözledim bir iki ama hemen sinirlendi;öfledi püfledi,çıktım ben de.Ama son cümlesini gördüm de düşündüm durdum sonra;’Ruhumda delikler açılıyor’ diyordu,doğru,ruhumda delikler açıyor bu ev benim. Sonra Cevat’a türk kahvesi yapardım.Kahvesini nedense bu odada içerdi,bir de sigara tellendirirdi yanına,duman içinde kalırdı güzelim oda,ama bak ben şimdi ne güzel yazıyorum;odaya hiç elleşmeden,kül tablalarının,saçaklı dantel örtülerin yerini değiştirmeden,geniş yeşil koltuğa da uzattım bacaklarım,defterim kucağımda,büyük beyaz boşluğa yazıyorum da yazıyorum.Yazdıkça boşluklar küçülüyor,gözlerim halıya takılıyor:hiç boşluk kalmış mı desenlerden;az, çok az,işte öyle dodurmak istiyorum beyaz kağıdı;kağıtta genişlemek istiyorum.Hayal ediyorum kendi gövdemi yatırmışım-çıplak- o kocaman kağıdın üzerine;doldurmak için debeleniyorum da debeleniyorum,kağıt mı buruşuyor, buruşsun,boşluk kalmasın da.. Belki çizilebilir de kağıdın üzerine,boyayla bütün boşluklar doldurulabilir de,daha da renkli olur ama yine de boşluk olur onlar;kağıda resim yapılsa bile sadece boşluklar renklenmiş olur;dolmaz ki..Sadece bu küçük dolmakalem izleri,kargacık burgacık insan icatları-belki de evlatları-bazen üzerinde noktalarla,bazen de kağıdın üzerinde bir cin varmış da düz çizgileri orasından burasından çekiştirip bir hallere sokuyormuş gibi görünen bu yalnız insana kulluk eden harfler doldurabiliyor boşlukları.Kulluk ya evet;elime kalemi alınca hükmettiğim kabuslar..Kabuslar ya,evet;onbeş yıldır rüyalarıma giren,büyüyüp büyüyüp beni yutan,siyaha boyayan-kendileri gibi- gölgeye çeviren harfler ya,evet;yalnız bana kulluk eden harfler.
Gündüz evde dolaşırken düşünürüm,onbeş senedir-tam onbeş sene oldu bu evden çıkmadım hiç-geceyi, olsun bir an önce de,duvarları önce sarı sonra su yeşili olan misafir odasında yeşil koltuğa bacaklarımı uzatayım,pencereyi açayım yaz kış fark etmez,ama artık düşünemez oldum.Düşünemez oldum hem de iş yapamaz Cihan’a dayanamaz,Cevat’la uyuyamaz,kahve bile yapamaz oldum.Evin içinde,kafalarını ileri geri sallayarak yürüyen güvercinler gibi dolaşmaya-yatak odasına,oradan Cihan’ın odasına,banyo da beş dakika,sonra misafir odasına,kapıyı açıp dışarı bakmak beş saniye,camdan bakmak on dakika-dayanamaz oldum.Oldum ki ne oldum;çatlayacak gibi oldum,bütün gün içeriden kapıya vurur durur oldum. Onbeş sene önce bir bütün günü dışarda geçirdiğimi hatırladım.Aman o gürültüde,sonra sessizlikte,aydınlıkta,ıslaklıkta...Kapılara gidip çaldım hep-dünkü gibi- kimse açmadı.Cevat’la Cihan oturadursunlar kayınvalidemin evimde,ben hep dışardaydım;ne çamaşır,ne temizlik;tozlar,çöpler..Bir de sıcak mı sıcaktı,öğleden sonra da yağmur yağdı. Gece çok serin,içeriye doluyor,perdenin püsküllerinin altından esiyor,perdeyi gelinliğimin etekliği gibi havalandırıyor,bacaklarıma vuruyor.Parmağımı kımıldatıyorum.Usulca.Düğünde ayakkabılar ayağımı sıktıydı da kimseye söylemedim,o temmuzun sıcak rüzgarında böyle parmaklarımı bile oynatamadım.Ama bak şimdi hem yazıyorum hem de parmağımı oynatıyorum.Kimse görmüyor.
Cevat’la Cihan artık dışardalar,onca tozun,çöpün,gürültünün arasına,dışarıya kilitledim onları;dedim ya dayanamaz oldum diye,Cihan bir iki zırıldadı ‘anne’ diye,Cevat da başını ellerinin arasına alıp öylece oturdu kaldırıma,hiç konuşmadım ben de,konuşsam yazamazdım ki;hafler uçar giderdi,ne kağıt dolardı ne de başka şey..
Hiç konuşmadım,aldılar başlarını gittiler,belki diyorum,belki bir daha hiç gelmezler,ben de dışarısı denen o karanlık odaya hiç girmez,yeşil koltukta bacaklarımı uzatır,yazarım..Boşlukları doldururum; kağıtlardaki,duvarlardaki..Koca gövdemle çıplak dolaşırım içerde,debelenirim de doldururum bütün evin boşluklarını,onbeş senedir onlarla dolmayan boşlukları harflerin karanlık bir gölge ettiği gövdemle doldururum;ev,ev şeklinde kara bir boşluk oluncaya kadar.

Kendi Odasında Kapalı Kalana

Bu yazı Kitap-lık dergisinin Temmuz-Ağustos 2003 sayısında yayınlandı.
Hikayesi şöyle: Enis Batur, Galatasaray Universitesi’ndeki dersinde yayınlanmak üzere yazı yazmalarını istedi öğrencilerinden, tema “Otel” idi, Hopper'ın bir resmi de bir ara elden ele dolaşmıştı derste. Yayınlanırken başlığı yanlış yazılmıştı, aslında bir başlığı yoktu. “Kendi odasında kapalı kalana” ithaf edilmişti yalnız.



Andronikos, Bilge Karasu’nun “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” adlı uzun
anlatısında kahraman. Bizanslı keşiş Andronikos inandığı değerler
sistemi gün gelip de kurumsal olarak değiştirildiğinde yeni bir inancı
kabul etmek yerine kalkar ve yola çıkar; bir ıssız adaya doğru tek
başına.
Hikaye bu da olsa, bir başkası da olsa izlek aynı: kişinin hayatı bir
yerde, bir anda oraya dek kurdukları, inandıkları hiç yokmuşcasına geri
teper. Bundan böyle eskisi gibi olunamayacaktır.
Herhangi bir yerde durmakta olan taş. Sonsuza dek duracakmış gibi
görünen. Ya öyle durması yavaş yavaş harekete geçişini pişiriyorsa…
Kişi, bir adım gerisine ancak o kırılmadan sonra bakabilir; kavranacak
bir şey varsa orasıyla ilgili –nerede başladı çatlamaya, geri dönülmez
derinliğe hangi noktada ulaştı- ancak anın ertesinde ulaşmayı
deneyebilir. İçindeyken sadece yaşanıyordur, o haliyle pişiyorsa
pişecektir.
Harekete geçmeden, yuvarlanmaya başlamadan önce, bir anda mutlaka bir ses vermiş olmalı, orada artık durmayacağına dair. Duymuş olunsa…
Besbelli kişi kendi gücü ile durdurmuş, değiştirmiş olmayı
isteyecektir/düşünecektir. Oysa çoğu kez unutulur, kişi, en azından ilk
bir kaç seferde, durdurabileceğini çok sonra tasarlayabilecektir:
işaretleri, hele kendininkileri okumak hüner işidir.
Hareketinin ilk anında bir kaç parça toz toprak havalanacak illa ki…
Hiç beklenmeyen geldiğinde kişi yerinden kalkar, gider. Her kişioğluna
böyle mi olur, kişide bir şey kalkar, gider. İnanılması güç olan kişide
yerleştikçe ilk anın kavruluşu, harlı alevi bir dip ısısı ile yer
değiştirir. Bundan sonra kimyası iyiden iyiye değişinceye dek kişi
yanıp duracaktır.
İki ihtimal var artık, aşağıya doğru hızla yolalan taş için: bir yere
(herhangi bir yere: bir duvar, bir düzlük, bir boşluk) varıncaya dek…
Ya da sökülüp dağılarak, her parçası yolun bir yerinde, yokoluncaya
dek…
Yerini değiştirmek için kalkan kişi illa Andronikos gibi ıssız bir
adaya yol almasa da, yaklaşık bir tepkimeyle, hasar tespiti
yapabileceği bir yere gidebilir: başka bir şehir, başka bir ev, belki
bir otel.
Nereye varacağı, nerede duracağı kestirilemeyen taş önce sımsıkı
kalmaya çalışacak, gücünü buna yontacak.
Kişi sağsalim vardığında günlerin hala geçiyor oluşuyla büyülenebilir,
anlamı çoktan parça parça olmuş olsa bile. Geriye dönük hesap geriye
dönülmezliğin içine iyice sokulacaktır oysa; yeri, kişinin gerçekliği
içinde havada debelenecektir. (Bir otel odası, bir “tam” yer değildir.)
Kişi koordinatını belirlemeye çalışıntıkça fark edebilir: asıl
kaybolmuş olan ana eksendir. (Sanılabilir: Bir otel odası gediksiz bir
zırhtır)
Andronikos vardığında artık bol olan vaktini düşünür: “Ne yapmalı bu
vakti?…Bir şeyler yapmalı, bir şeyler kurmalı… Ama kurmak… Kurmak
gücünü bulabilmek için…”
Sonra gücü tükendikte asıl dağılma başlayacak.
Bir hafifleme yönünü tayin etmesine yarayabilir, belki, eğer…
Yeni yerinde kişiyi ancak kendisi bulabilir. (Bir otel odasına
sığınılabilir.) Zoru kurallarını kendi koyduğu oyunu bozmak, sil baştan
koyduğu kurallarla işe koyulabilmektir. (Bir otel odasına sığılabilir
mi?) Çarkı geriye çevirmek tümden imkansız; buradan sonrasına, şimdiye
dek çizilmiş olandan farklı bir yol inşa etmek ise…
“Kurmak gücünü bulabilmek için…”
Dağılması istenmiyorsa, dağılmak istemiyorsa hala…
Rahim yerden çoktan çıkılmıştır, dışında tekrar bir yaşam kurmak için
içeriden bir ilmeği tekrar yakalamak gerekecektir. Örgü tümden
sökülmeden bir yeri rahim olarak bellemek mümkün olabilir. Doğum oradan
olacaktır: ölü ya da diri.
Andronikos adasında ilkin suyu aramıştır.
Taşa bir inanç sığdırmak mümkün olsa…
Bir otel odasına öylece bungun yerleşen kişi için inanç taşımak mümkün
değil. Neden sonra kişi bir tetiklenme ile bulabilirse şanslı mıdır bir
inancı –doğrudan kendinde, kendine? Yaşam bunca değerli midir? Değer
midir?
Hareketi taşa bir kuvvet verebilir, verecektir. Ama seçimi…
Kişi neyin içinde yaşamayı seçecektir? Bir şeyi kurmuş, beslemiş sonra
kaybolduğunu görmüştür. Bu bilgi ile yaşanabilir ama gördüklerini göze
alabilecek midir? (Göze alınan şey bir otel odasından nasıl
görünecektir?) Bir geçicilik ilkesi dokulara işletilebilirse –üstelik
doğru oranda- kişi daha sağlam bile durabilir, şüpheleri içinde. (Bir
otel odasından neler öğrenilebilir?) Bunca direnmek mümkündür elbet. Ya
da…
Andronikos adasında bir yaşamı temel öğeleriyle kurmuştur oysa. Çarkın
böyle işlemeyeceğini fark ettiği an hangisidir?
Ya “buradan sonrası” ancak ona bakanlaraysa?
Ya direncin atılan atılacak olan ilmekte kişiye göre bir anlamı olmayacaksa?
Kişi her seferinde savrulmamayı öğrenebilecekken, bunu bilirken, artık
öğrenmişken… (Otel odası bir mercekse oradan gördüğü kendi evindekinden ne denli farklıdır?)
Kişinin kararı bundan sonra ancak kendisinedir. Bir yer, bir mekan taşıdığı yükle kişiye böyle gelecekse gelecektir. (Otel odasının duvarları kazınamaz, rahmin duvarları kazınabilir mi?) Kişi dönmeyi seçtiğinde aslında nereye dönüyordur, kim bilebilir? Kendisi?
Andronikos bir kahramandır.

02.05.03-14.05.03-16.05.03

Swann'ın Bilinci

2004-2006 arasında yine başka bir grup deli bozuk, Otium adında bir internet dergisi yayınlamaktaydı. Herkesin kendisine ait bir bölümü vardı dergide, bu yazılar da o dergide çeşitle tarihlerde online olarak yer aldılar.

Swann’la Arayış’ın ilk bölümden itibaren muhattap oluruz, ilk cilde adı verilen yahudi koleksiyoner, aynı zamanda anlatıcının kavramsal eksenlerinden biridir; Swann x ise, Guermantes y’dir. (Arkasından Charlus ve Albertine, Sodom ve Gomorra vs. gelecektir.)
Swann’ın Arayış boyunca aldığı biçimlerden ikincisi: sanat düşkünü, Vermeer araştımacısı ve Odette de Crecy’nin aşığı. “Tipi bile olmayan”, aynı sosyal ortamı bile paylaşmadığı bir kadına tutkun olan Charles Swann’a göre Odette güzel, ilginç bile değildir, ahmak hatta çoğu kez aptaldır. Bilinç. Oysa Swann bu bilincin öte yakasında, Odette’in fiziğinde Botticelli’nin bakirelerinden birini görür, aynen Odette’in etrafındaki insanların üstünlüğünü tasarlarken görgülerinden ya da kişiliklerinden değil, Odette’in etrafını sarıyor olmalarından referans aldığı gibi. Bu kadın, Odette, bu haliyle bir tahayyüldür, Swann’ın bilinci bu tahayyülü hem bilir hem de üretilmesine mani olamaz. Bu kadının sûretinde, Swann’ın biraz da ikiyüzlü olan sosyal yaşamının, o sosyal yaşamının bu biçimini Swann için kaçınılmaz hatta gerekli kılan temel hallerin ilkeleri canlanır ve Odette’i Swann için nesne kılar. Odette tam anlamıyla yosmanın tekidir, güzel, akıllı, becerikli vs. hiç değildir, ama işte, kimi zaman Botticelli’nin bir freskinin tıpatıp aynısıdır. Swann aslında yosma olan, zaman zaman da bir freske dönüşen bu kadına tutulur.
Bunun yanı sıra Swann Odette’i kıskanır, bu kıskançlığı da arzunun kendisi ile karıştırır. Kıskançlığı dindirmek için arzunun gerektirdiklerini yapar. Oysa Swann’ın arzusunun bu hali, arzunun kendi doğasına, ilkel bir durumuna ilişkindir: sahip olma. Aslında arzuyu yaratan temel ilke Odette’in Swann’ı aldatıyor olma ihtimalinden ziyade Charles Swann’ın arasında yaşadığı iki ayrı kutbun geriliminden beslenir. İlk teze geri dönelim: Çünkü Swann’ın kendi kişiliği de iki ayrı kutba aittir: aldığı eğitimin, sonradan edindiği görgü ve bilgi sayesinde girip çıktığı salonların kuzey kutbu ve bunun karşısında içinde doğup büyüdüğü, Combray’daki evinin de dahil olduğu, komşularının gazetedeki şahıslardan konuşmaktan hoşlanmadığı güney kutbu.
Bu iki karşı kutbun değerlendirilmesinin bir yanı, arzunun ve arzu-nesne ilişkilerinin farklı biçimlerinin doğasına dayanıyorsa, diğer yanı da bu biçimlerinin yarattığı sosyal durumlara dayanmaktadır. Arzunun nesnesine (daha) doğrudan yöneldiği Comray çevresi ya da Swann’ın da (ontolojik olarak) dahil olduğu burjuvazinin ve popüler sınıfların yatağı; bunun karşısında da arzunun kendisi ve bunun etrafında oluşan ironinin, söz dağarcığının, latifenin ve işaretlerin soylu salonları.
Odette uğruna sosyete salonlarından bir süre çekilir Swann, kendi arzusu nesnesine fiziksel olarak doğrudan yönelebileceği bir sosyal ortam tahayyülü ile Verdurin salonuna sık sık gitmeye başlar. Buradan dışlanır: Yüksek burjuvazi mimetik arzunun kendisidir zira. Odette’in Verdurın salonuna rağmen bu tuzağa ilk zamanlarda pek düşmediğine hükmeder Swann, ama ilk zamanlarda tanımadığı bir şeye arzu duymayan Odette, Verdurin salonun Swann’a duyduğu, arzularının dolayımından kaynaklanan öfke karşısında pes eder, hatta zamanla kendi arzuları da bu salonunkilere uyum gösterecektir (ama Odette çıkış yolunu farklı kuracaktır).
Charles Swann ise iki konuda yanılmıştır: Verdurin salonunun doğrudanlığı bir yana, asıl kendi arzusunun da doğrudanlığı söz konusu değildir. Odette sanatsal bir tahayyülün canlanışıdır Swann için, bu sanatsal tahayyül Botticelli’nin figüründen (ya da Vermeer ışığından) beslenir; bu arzunun nesnesi Odette bile değildir. Dolayısıyla Odette’e yönelen bu arzu eninde sonunda dolaylıdır. Üstelik nesneden ayrı düşmek arzunun öfkesini harekete geçirir, arzunun nesnesini uzaklaştıran, ulaşılmasını engelleyen Verdurin’ler de bu öfkenin nesnesi olurlar; ama durumu mimetik arzudan bir fark ayırır: arzuyu yaratan Verdurin’ler değildir, o nedenle Verdurin’le hakkında daha yanılırken yanıldığını bilen bilinç Swann’ı hiç terk etmez, yüksek burjuva Verdurin’lerin bitmeyen mimetizminin yanılgısına düşmez: “Hayatımın onca yılını hasrettiğim kadın, aslında hoşuma gitmeyen, tipim bile olmayan bir kadınmış meğer!”
Öte yandan Swann’ın Botticelli’ye bakışı yüksek sosyetenin sanat anlayışından da farklıdır; bu içselleştirme biçimi, bir salonda içinde “Boticelli” “fresk” “Musa’nın Hayatı” kelimeleri geçen bir cümle kurmaktan hayli uzaktır. Gençken sanatçı olabileceğini düşlemiş bu sanat düşkününün sanatçı olmasını dahil olduğu tabaka engeller. Fakat Swann’ın sanat anlayışı da yüksek sosyetenin daha sığ sayılabilecek anlayışına da dahil olmaz. (Verdurin’lerin, mimetizmin kurbanı sığ avant-gardizmine dahil olmadığı gibi). Koleksiyoner Charles Swann yüksek burjuvazinin sanat anlayışının ilk temsilcilerindendir, neredeyse bir sanatçıda var olabilecek düzeydeki bilgisi, Swann’ı gerçek düzlemde bu bilginin karşılığını aramaya iter.
Odette: İşte, arzuyu yaratan Swann’ın kendisidir. Arayış.

Charlus'ün Charlus'e Ettiği

2004-2006 arasında yine başka bir grup deli bozuk, Otium adında bir internet dergisi yayınlamaktaydı. Herkesin kendisine ait bir bölümü vardı dergide, bu yazılar da o dergide çeşitle tarihlerde online olarak yer aldılar.

Baron de Charlus, Kayıp Zamanın İzinde’de göstergelerin efendisi. Etrafına yaydığı birbirine dolanmış, neredeyse çözülmesi imkansız olan göstergelerinin merkezinde kendi kastı tarafından reddedilen eşcinselliği yatıyor. Yaydığı binlerce işaretin anlamı bu nedenle daima yanlış yorumlanıyor : soyluluk, muhafazakarlık, kastın koruyuculuğu, sanat düşükünlüğü, ince bir « savoir faire »…
Morel’e tutkun Charlus onun peşinden yavaşca Verdurin salonuna sokuluyor, orada bulduğu şeyler de bu nedenle yanlış anlaşılıyor Baron’u takip eden ve bu salonu kucaklamakta gecikmeyen soylular tarafından. Baron’un aslında kim ve ne olduğunu kendisinin gösterdiği biçimiyle anlamak mümkün değil : bir durumu gizlemeye davranan işaretler herkesi, hatta Baron’un kendisini bile fena halde yanıltıyor.
Temel mekanizma herkeste biraz böyle işliyor ama : toplum-birey fark etmez, kendi göstergelerimizin tuzağında yaşıyor olmamız olası ; gizlerken kayboluyoruz, fark etmezken gölgesinde yaşıyoruz, ayağımıza dolandığından şikayet ettiğimiz « anlamsız şeyler » yüzde yüz oraya buraya savurduğumuz yanlış işaretlerimiz. Yanılttıkça daha da yanılıyoruz.
Baron’un kendisi ise işte bu açıdan çok iyi bir gösterge

Albertine'e (şimdilik) Küçük Bir Övgü

2004-2006 arasında yine başka bir grup deli bozuk, Otium adında bir internet dergisi yayınlamaktaydı. Herkesin kendisine ait bir bölümü vardı dergide, bu yazılar da o dergide çeşitle tarihlerde online olarak yer aldılar.

Albertine, Kayıp Zamanın İzinde’nin gizidir: anlatıcı onu kavramaya çalışır, kıskanır, evine hapseder, izler, gözetler, takip etmekten bıkar. Ama vazgeçmeyi bilemez, sonunda onun tarafından terk edilir ve onu hepten yitirir. En basit açıklamayla Albertine’in sunmayı (belli belirsiz biçimde) vaadettiği açılım gerçekleşmedikçe Marcel ona daha da dolanır: anlaşılamayan şey caziptir.
Chantal Akerman, başka bir açıdan yaklaşıp Albertine’in gizlerini kadrajlayan yönetmen. Jacques Dubois ise Albertine’e bir “sosyal ajan” rolü biçip, Proust sosyolojisine başka bir boyut getiren edebiyatçı, sosyolog. Akerman’ın Albertine’i (Ariane), projeksiyondan Marcel’e (Simon) bakıyor: “Je vous aime bien”. “Olmayan” bir kadın imgesi değil bu, sadece hareketlerinin temel mekanizması anlaşılamayan, neye arzu duyduğu, neden hoşlanmadığı bilinemeyen bir kadın. Fiziksel varlığının yaydığı işaretler Marcel’in karşılaştığı işaretlerden farklı, eşcinselliği Baron’un neredeyse hilekar, yıkıcı eşcinselliğinden ayrı. Albertine’in işaretleri kendi türüne yönelik, bu işaretleri asla okuyamayan aşığın arayışı arttıkça karşısındaki giz büyüyor, açıkça duyuyoruz: -“Nedir o bahsettiğiniz?”- “Ne nedir?” -“Bahsettiğiniz?” -“Bilmem?” Albertine var olmasına var ama henüz kendi kimliğinin, bilinen diğer kimliklerle bir ilişkisi yok, ne olduğu bir türlü bilinemiyor.
Dubois’a göre Albertine başka bir sosyal yapının parçası, anlatıcının varlığını ve özelliklerini ileride daha net bir biçimde kavrayacağı, cumhuriyetçi, ontolojik olarak demokratik ve oportunist bir sosyal tabakanın başı boş gezen uydusu. Başarıya ulaşan üçüncü cumhuriyetin meyvelerini henüz toplamaya başlamış ama kendine halihazırdaki sosyal-kültürel düzende kayda değer bir yer edinememiş, bunun için bir sonraki dönemin (I. Dünya Savaşı’nın eski sınıfları yenileriyle birlikte hallaç pamuğu gibi atacağı dönemin) getirilerini beklemek zorunda kalacak bir kastın, neredeyse tesadüfen Marcel’e çarpan mayını.
Albertine romanı Proust çevriminin 3 cildini kapsamasına rağmen tam olarak ne olduğu Albertine tarafından belirgin biçimde açıklanmadan sona eriyor. Albertine ne olduğunu, diğer karakterlerin aksine, Marcel’e herhangi bir işaretle göndermiyor. Onun ne olduğunu Marcel’e ve okura zaman iletiyor, Belle Epoque ve ardından savaş bittiğinde taşlar bir kez daha düzelmeyecek biçimde başka yerlere yerleştiğinde. Albertine’nin sınıf ikizi Bloch yeni konumuyla Albertine’e dair bir ipucu. Bundan böyle orta sınıf, büyük burjuvaların izinde, daha da hareket halinde. Bu kez taklit mekanizması Marcel’in okuyabileceği denli net.
Ama Albertine yok. Anlatıcının son büyük aşkı, Akerman’ın epey açık görsel metaforundaki gibi “gölgelere karışmış”. Sırrının daha sonra açığa çıkmasının bir anlamı yok, çünkü bir meclisin parçası ya da bir arkadaş değil Albertine: Marcel’in garip metresi, bir türlü tanıyamadığı sevgilisi, hatta işte, bir sosyal ajan olarak aşkın ta kendisi.

Kendiliğinden Poetik Durum(lar)

2004-2006 arasında yine başka bir grup deli bozuk, Otium adında bir internet dergisi yayınlamaktaydı. Herkesin kendisine ait bir bölümü vardı dergide, bu yazılar da o dergide çeşitle tarihlerde online olarak yer aldılar.


Haberlerde gördüm, St. Petersburg’un tüm ağaçlarını tırtıllar sarmış. St. Petersburglular dertli, ağaçlar büyük bir hızla kelleşiyor üstelik tırtıllar üzerlerine düşüyor. “Isırmıyorlar ama evinizde beslemek istemezsiniz” diyor biri. Uzmanlar ise oldukça endişeli, ilaçlarla tırtılların ancak %50’sinden kurtulabileceklerini, tehlikenin seneye de devam edeceğini söylüyorlar.
Benzer bir haber de geçen sene bir kaç gün boyunca televizyonlardan verilmişti. Adapazarında olsa gerek, bir köprüyü bir beyaz kelebek kolonisi ölmek için seçmiş, toplu halde köprüye neredeyse diz boyu yığıldıklarından köprü işlemez olmuş, kapatılmıştı.
7. kattaki evinizi birdenbire saran karıncalar sizin de hiç dikkatinizi çekti mi?

Mini Keşif: Köprü

2004-2006 arasında yine başka bir grup deli bozuk, Otium adında bir internet dergisi yayınlamaktaydı. Herkesin kendisine ait bir bölümü vardı dergide, bu yazılar da o dergide çeşitle tarihlerde online olarak yer aldılar.

İlk köprüyü kim, nereye, nasıl ve “ne”den yapmış? İp ya da halat? Taş? Tahta? Nereden nereye geçmek istemiş? Suyu mu aşmak istemiş yoksa derin bir vadiyi mi? Biliyor muyuz kimin ilk aklına estiğini “köprü” atmanın?
Benim gördüklerim arasında en eskileri (şimdilik) İstanbul’da Silivri’deki Mimar Sinan eseri olan taş köprü, Cambridge’de tahtadan bir küçük kanal köprüsü ve son olarak Paris’te (filme de adını veren hani) Pont Neuf.* “Adına aldanmayınız” diyor gezi kitapları, “kendisi Paris’in en eski köprüsüdür.” 16. yüzyıl tarihli, taştan, çivisiz. Diğer ikisinin de bu köprüyle ortak özellikleri bu: Malzeme her ne ise birbirine geçirilmiş, çivi söz konusu değil.
Başka? En genel haliyle buradan oraya, oradan buraya yolu bağlıyor, iki kopuk noktayı birleştiriyor, ulaşımda kolaylık sağlıyor: köprünün marifetleri.
Sosyal tarih: Ticareti yaygınlaştırıyor, kültür alışverişinin hali hazırdaki olanaklarını arttırıyor, “uygarlık tarihinde” bir dönemden diğerine köprü oluyor.
Şehir hayatında yeri çok, su kenarına kurulan tüm şehirlerde hayat köprülü: kanallar, nehirler köprü marifetiyle geçiliyor; İstanbul gibi bir örnekte iki şehir birleşiyor.
Bildiklerimizin sınırı da yok tabii, köprü üzerinde bir düşünelim daha neler çıkacak: “köprüden geçemedim, suyundan içemedim”.
Peki köprüyü aklına getiren ilk beşer neler gördü acaba icadının üstünden geçiverdiğinde? Tam da o an gördükleriyle, hergün gördükleri arasında fark buldu mu acaba?
Bir tek ben olmasam gerek diye umuyorum, köprü geçerken soluğu bir anlığına kesilen; sadece gördükleri karşısında değil, nasıl/nereden görüyor olduğunun bilincinde olmasına rağmen, görüş biçimi karşısında da ani, kısa bir dehşeti takip eden, ufak sayılamayacak bir sevinç tarafından yakalanıveren çaresiz adem-i beşer.
Evet işte aynen böyle oldu, “sıkıcı bir pazar öğleden sonrasında” yolunu izini de bilmediğim bir kentte, arabayla adını sanını bilmediğim bir köprüden geçiverince. Üzerinde düşünmezdim eminim, İstanbul’da devasa sayılabilecek köprüyü ilk kez aklım başımdayken geçişim (ve o kısa sayılmayacak süre boyunca hissettiklerim), böyle bir sevinç sonucu aklıma düşmeseydi.
Proustvari ya da sadece bir defaya mahsus bir deneyim olmadığı aşikar bu köprüden geçme meselesinin. “Köprünün altından ne sular aktı” kabilinden bir denek taşı olduğunu da sanmıyorum. Vertigo hiç değil. Düpedüz adı konmamış bir duygu işte bu: “Köprüden geçme duygusu”.
İddialıyım, başka bir şeye de benzemiyor; nevi şahsına münhasır, köprünün uzunluğuna ve geçilen araca (misal: ayaklar, bisiklet, motorsiklet, otomobil, tren), dolayısıyla da bu süreye bağlı olarak cereyan eden bir his. İstemsizce, kısa ve ani bir soluk almayla başlıyor, nefes tutuldukça midede ve ciğerlerde genişlemeye benzer bir his yaratıyor, bir iki saniye sonra soluk yavaş yavaş verildikçe, sevinç dalgası tabir edilen his yayılıyor. İlk anda yüzde oluşan ani çarpılma gülümsemeye dönüşebiliyor. Zaman zaman ağızdan korkulduğunda istemsizce çıkan “hi” sesine benzer, derin soluk alınmasıyla karışık ama bundan daha sessiz olan bir ünlem de çıkabiliyor. Ayrıca durumun gözbebeklerinde de ani bir büyümeye yol açtığını sanıyorum.
Köprü geçildikten sonra bile bir süre daha imgelemden çıkmayan görüntü ile bu his de devam ediyor. Uzun vadede, tuhaf biçimde köprü resmi görüldüğünde ya da “köprü” adı geçtiğinde bu hisse benzer ama bu denli kuvvetli olmayan başka bir duygu söz konusu olabiliyor.
Sevinçliyim tabii, ne yani siz hergün yeni bir şey mi keşfediyordunuz yoksa?
*Yeni Köprü

İki Kişi

2004-2006 arasında yine başka bir grup deli bozuk, Otium adında bir internet dergisi yayınlamaktaydı. Herkesin kendisine ait bir bölümü vardı dergide, bu yazılar da o dergide çeşitle tarihlerde online olarak yer aldılar.

İki kişi mucizedir.
İnsan tek başına her şeydir, öte yandan iki kişi ise, mucizedir…
Kişi tekbaşına, kendisi için ve geri kalan dünya için önemlidir, değerlidir, bu bilgiyle yaşar, yaşamını sürdürür.
İki kişi, o iki kişiyi oluşturan kişiler için mucizedir oysa, dünyanın geri kalanından farklı, apayrı, iki kişi, birbiri için bütün dünyadır.
İki kişi bilir mi, tekinin diğerine nasıl olduğunu; bu teoridir.
Kişi en fazla kendisini, o da çoğu kez öylesine, bilmeyi umar; bu da bir başka teoridir.

İki kişi yanyana olunca, hayır bu en başından beri böyle olmamış olsa da, evet artık bütün dünyayı doldururlar, birbirlerini dünya bilirler: bunu da ancak onlar bilirler.
Aslında hepsi budur, bundan ibarettir, iki kişi olurlar, kendi başlarına bir şey oluşları, evet dünyanın gereği ve temelidir ama sonunda iki kişi, çoğu kez “ölüm onları ayırana dek”…
Bunu çoğu kez ikisi de bilmeyebilir, bu durum iki kişinin birbirine oluşunu değiştirmez; hem zaten onlar da bilirler aslında ya, iddia ederler ki, yaşam bundan güçlüdür.
Güçlüdür evet, yaşam herşeyin üstündedir. Yaşam başkadır çünkü, en sonunda. Ama yaşam ve iki kişi aynı teraziye sığmazlar. Birbirlerine göreliliği yoktur onların.
İki kişi mucizedir.
Bilmeyen için de yaşam vardır, oradadır işte, istenildiği zaman da ulaşılır, istenildiği gibi yaşanır, kimsenin engel olacağı yoktur zaten.
İki kişi öyle anlarda yaşamı içlerinde duyarlar ki…
İki kişiyi ancak ölüm ayırır, ayırabilirse. Öyle ki, iki kişiden hayatta olanı iki kişidir hala.
İki kişi olmak böyle bir şeydir, korkunçtur, koskocamandır, engel olunamazsa tüm dünyayı kaplayacak kadar büyür, herşeyi içine alabilir,esner –sınırları tasarıya değil zamana bağlıdır-, yakar, çok yükseğe, öteye savurabilir: iki kişi korkmaz mı…
Korkunun iki kişi için çözümü bulunmaz: iki kişi ya vardır ya yoktur, “korkular içinde” iki kişi, hiç yoktur.
İki kişi, mucizedir, doğası gereği değil; iki kişi bir seçimdir. İki kişi olmak ya seçilir ya seçilmez.
Ara yolları, iki kişi olmayı aslında zaten seçmeyenler biraz da icad ederler…
Mucize oluşu da bir tanım değil, seçimin biçiminin sıfatıdır: bir hâl değil, bir duygudur aslında. Kişi kendini, ya bir başkasıyla boğulurken bulur, ya da zaten iki kişidir, ikinciye vardığı, ulaştığı andan beri.
Bu, iki kişinin teklerinin birbirlerinde eridikleri anlamına gelmez. İki kişi biraz da bundan mucizedir, kimse kimseye karışmaz. Ama iki kişi olur işte, yanyana gelen iki kişiden.
Başka türlüsü olmayacaktır, iki kişi yanyana geldi mi…
İki kişi bunu dile bile getirmez zaten, nasıl olması gerektiğini:İki kişi “ol”unur.
Yaşam başka bir kefeden iki kişiyi tek tek ya da birlikte, oyar: yaşamın işi, bitirmektir.
İki kişi direnemezler bile, yaşam güçlüdür gerçekten.
İki kişinin yaşamla işi zordur, tek kişinin de farklı değildir zaten.
İki kişi de, tek kişi de aynı, gibidir.
Olmadığı, olmayacağı…

Google’ın Fena Hâlde Kitap Teşebbüsü

2004-2006 arasında yine başka bir grup deli bozuk, Otium adında bir internet dergisi yayınlamaktaydı. Herkesin kendisine ait bir bölümü vardı dergide, bu yazılar da o dergide çeşitle tarihlerde online olarak yer aldılar.


15 gün kadar önce Le Monde’da çıktı ilkin haber: Google arama motoru dünyanın en büyük beş Anglosakson kütüphanesi (New York Kamu Kütüphanesi, Stanford, Harward, Michigan üniversiteleri kütüphaneleri; Oxford Universitesi’ne bağlı Bodleian Kütüphanesi) ile işbirliği içinde, 15 milyon kitabın, 4 sene içinde, internet ortamına aktarılması konusunda anlaşmaya varmış, çalışmalar başlamak üzereymiş. Meseleyi ele alan Fransız Kültür ve İletişim bakanı, Fransa’daki “nümerik” tartışmasına da değiniyor Le Monde’daki yazısında, mevzuyu “telif hakları”nın ve “ulusal miras”ın ötesinde kültürün paylaşımı açısından ele alarak ve böylesi bir harekette Fransız ve Avrupa kütüphanelerinin girişimlerinin önünü açarak.
Hemen arkasından (neredeyse 1 hafta içinde) önce Fransa Ulusal Kütüphanesi, 19. yüzyıl-II. Dünya Savaşı’nın sonu aralığındaki döneme ait basın arşivlerini internete aktarma kararını açıklıyor ve Google karşısında frankofon bir proje için kolları sıvıyor; akabinde ise Jacques Chirac, Fransa’nın da bu (hayli köklü) girişimdeki yerini alacağının sinyali veriyor. Böylece Avrupa’da da yayıncılık sektörünü, yazarları ve elbette okurları çok etkileyecek, bence bir çoğumuzun (Project Gutenberg’den sonra) epeydir beklediği, yeni bir “kaynağa ulaşma” pratiğinin kapıları açılıyor.
Bu haberlere göre Google, sanıldığının aksine, “online” olarak sunduğu kitaplar için “copy/paste” olanağını engelleyecek, kitaplar (ya da sayfalar) sadece internet üzerinde ulaşılabilir ve okunabilir olacak. Konunun sadece bu kısmı bile uzun vâdede yayıncılık sektörünün kafasını karıştıracak gibi.
Paris’te ise, kitap fuarının olduğu bu dönemde, bu projeye katılıp katılmama tartışması Fransa için hepten “hassas” bir mevzu aslında, öyle ya geçen sene 450 milyon kitap satılmış, 50 bin kalem kitap yayınlanmış; sektörün kendisi geçen seneye göre %4 büyümüş: 2,5 milyar euro’luk bir hacme ulaşmış…
Bu kitapların, hatta ulusal arşivlerin uluslararası ya avrupamerkezli bir arama motoru ile “online” hale getirilmesi Fransa için bir çok açıdan risk taşımıyor değil; örneğin arşivlerin selâmeti, ulusal kaynakların uluslararası dolaşıma böylesine “fütursuzca” açılması, Kıta Avrupası ile Anglosakson Dünyası’nın kültürel arenada bitmez tükenmez çekişmesi (daha doğrusu galibin kim olacağına bu girişimin doğrudan etkileri), daha da önemlisi finansal kaynaklar, başlıca sorunlar.
Ama şimdilik karar kesin gibi görünüyor: Kültürel çeşitliğin arttırılması ve bu konuda belirgin bir rol oynanması Fransa için “patrimoine”dan daha önemli bir konu (“Bu konu frankofon bir konu değildir, uluslararası bir girişimle paylaşım –Google dahil- dışlanamaz” diyor Kültür Bakanı); dolayısıyla Google ve BNF (Fransa Ulusal Kütüphanesi) bu “milyon kitaplık” proje hususunda, prensipte “paylaşım” açısından, anlaşmaya varmış gibi görünüyor.
Darısı kimlerin/nasıl başına?

Yazı

2001 yılının yaz aylarında, benim de içine sonradan dahil olduğum bir avuç “deli bozuk”, bir dergi yayınlama girişiminde bulunmuştuk: Adı Apartman olacaktı. Çeşitli nedenlerden dolayı gerçekleşemeyen bu proje, onu vücuda getirmeye çalışanlara, az ya da çok, bir şeyler kattı. Bu yazı olası dergi için yazılmıştı.


0.1.1 Bir yazı bulmak gerekiyor. Mümkünse taşların altına da, kumulların diplerine bakılsın. Dünyanın ucuna dek bu yazı için gidilsin.

0.2.1 Bu yazı sonraki –yazılması beklenen ve bu yazıyla eninde sonunda bir bütünlük kurması istenen- diğer yazılara doğru gidecek. Sadece kendini yazacak –kurarken, bozarken, ararken ve aranırken.
Adını bulacak.
0.3.1 Diyelim ki önce bu yazı vardı _ şimdi kaybolmuş bulunan. Kara bir taş, ağırlığınca oturuyordu, yerleşmişti (bir kovukta), sanki hiçbir şey bir daha onu kıpırdatamazdı. O nemli loşluk öylesine onun, öylesine doğru.
Sıkıştırılmış, içinde boşluk bulunmayan/ konduğundan beri orada/ gelmesi ve yerleşmesi sanki rüyadaki uçma duygusu –öyle kolay imkansız/ bir hafiflik emdirilmiş kara biçimsiz taş.
* * *
1.1.2 Şimdi o’nu bulmak gerekiyor. Hazırlanıp yola çıkılsın. Bizim kıpırtılı sessizliğimizde altımızdan denizler aksın; bütün olmuş- bitmiş zamanlar bir ‘şimdi’ye eğilsin. Kanatlarımızda ve gövdemize ve ebruli rengimizde olmuşluk biriksin.
1.2.2 Bu yazı belki kendini daha büyük bir yazıya kararlayacak. Bir tek an’da / konumda, o elin sadece ulaşabildiklerini yazmaktansa bir noktadan genişleyen bir balığın gözü gibi yerini ve zamanını ve anlatısını –hep- genişleten bir el olacak.
1.3.2 Gerçekliğinin tastamam aynısı bir karaltı: taş. Kıpırdamaması kendiliği.
Yerinden biraz oynasa taşlıktan çıkacaktı sanki, bir başka nesne/şey olacak, adını –ona verilmiş olan- yitirecekti.
Aynısı olmalıydı bu yüzden onu anlatanın aynasında.
Kendinden başka hiçbir şey bilmeden/ bildirmeden -sıkılığı duruluğu ‘bir’ olan/ bir sesli sözlü zamansızlıkta ‘iki’liğe yer bırakmadan –ne içinde ne dışında-/taşoğlu taş.
* * *
2.1.3 Bizden öncekileri bildikte yükümüz artsın. Bu ağırlıkla havalanmayı, yükselmeyi öğrendikte yolumuzu –daha iyi, daha doğru- bilelim. Durdukça bizi bekleyecek yazı ¬_onca yolu onca ağırlıkla izsiz yönsüz geçecek olan bizi.
2.2.3 Bu yazı kendi küçük alanının büyük –genişleyebilen, aktarılabilen- anlatısını kuracak. İlk gününden bu yana kendisine olanları/ gelenleri bilecek/ toplayacak. Bir kendilik olacak işte, ama kendisini her kelimesinde, öğesinde kuruluşunun/ kurgusunun her aşamasında bilerek.
Hatta yazanın aynasını kaplarcasına büyüyerek.
2.3.3 Etrafı kazıldıkça, kazı kendisine yaklaştıkça anlatanın kuşkuyla üzerine bindiği taş.
Ağırlığı artıyor, üstünde duransa artık biraz da durduğu yerden çevresine bakınıyordu. Hani neredeyse başı dönecekti, öyle genişlemeye başlamıştı bakışı. İster istemez kendini hem taşla hem de etrafıyla bilmeye başladı.
Kazı tehditle yaklaşıyordu bir de taşa.
Ama taş hala aynı/ hala sıkışık/ hala bilisiz/ durdukta durmada/ bir zamanlar olduğu gibi olmayacağının kuşkusundan bile uzak.
* * *
3.1.4 O büyük yazı ve anlatısı bizim beklediğimiz olsun: görüp bildiğimiz her şeyi o daha iyi bilsin –almış, anlatmış, bitirmiş olsun; bir de her kanat vuruşumuzu görmüş bütünlemiş, ulaştırmış olsun kendisine, biz daha hazırlanırken, yoldayken, varmamışken.
Gördüklerimizin en genişi, en yaşlısı ve en bilgesi olsun.
3.2.4 Bu yazı sadece kendisi olacak, olması beklenilen istenilen olmayacak. Genişleyecek elbette, fakat bilgisi görgüsü o an’a -sonunda- yönelik olacak: ne olduğunu, olmakta olduğunu ve olacağını, üstelik bunların tersten okumalarını da bildiği için.
Toplamı kendisinden küçük olacak. Kendisi de bir merkeze doğru her yönü tersten okumaya niyetlendiği için.
3.3.4 Üzerinde duranın çevresine bakıp da başı döndükçe altındaki duruşundan şüphe duymaya başladığı taş.
Etrafı kazıldıkça, üstünde duran, taşın acizliğinin; bir tepede hiçbir şeye benzemez yalnızlığının ayrımına vardı. Aşağısı değişiyor, yeniden iyi kötü biçimleniyor; taşsa, taşlığına taş olmuşluğuna hala duruyordu.
Üstünde duran, kendi tuhaf eğreti duruşunu taşın bu –etrafından, gördüğünden- başkalığına verince onun şeklini şemalini, yerini ağırlığını eninde sonunda da ‘kendi oluşunu’ değiştirmeye karar verdi.
Birden –şimdiye dek hep kendini bilmiş olan- taş kendisini etrafı kazıldıkça oluşmuş tepeden aşağı yuvarlanıyor buldu.
Taş artık/ önce yavaş/ sonra daha da hızlanmak üzere/ işte şimdi biraz şaşkın/ yine de hala olmakta olandan habersiz.
* * *
4.1.5 Bizim yolumuzu o çizdi kendine doğru, bilip gördüğü her şeyden/ o’na doğru çıkılmış her yoldan/ anlatılmış her serüvenden bizi haberdar etmek için. Şimdi bizi görsün ve kendisini sunmadan önce, bizim öykümüzü anlatsın.
4.2.5 Bu yazı gerçek olanla ilişkisini kurmaktan çok yıkmaya davranacak. Etrafında iki tür anlatı kurup, bunları kendisine doğru hareketlendirip ortada, burada –belki-buluşturacak. Belki de bu iki anlatıyı kendisine bir adım kala durduracak _tamamlanmamış/ yarım/ havada/ yolunun üzerinde bırakacak, o an’da durdurup hep yolda kılacak. Bir ‘tek’likten ‘iki’liğe doğru geçişin tam da kendisini yazacak, oluşu da bu ikiliğin tam da kendisi olduğu için; gerçek olanı öylece bırakıp başka bir yere doğru yola çıktığı, oraya da varamayıp artık kendi gerçeğini asıl olandan ayırıp, yana yakıla bunun öyküsünü anlatıp da durduğu için.
4.3.5 Olduğu yerden edilip, hızla bir başka yere doğru hareket ettirilen/ itilen sonunda düşürülen taş.
Şimdi olduğu yerde parça parça.
Uykusundan bir kez uyandırılmış, ilk kez kendisinin dışında bir şeye dönüşmüş olarak duruyordu. Bölündü, saçıldı –etrafına doğru, her yere, her yöne. Öyle ki bundan böyle taşın bir parçasının dahi olmadığı hiçbir yer olamayacaktı.
Hafifliği havaya karışmış/ bu kez ağırlığı her parçasına dağıtılmış/ emdirilmiş/ yayılıp bakışını tamamlamaya çalışan/ yayıldıkça tamlıktan uzaklaşan taş’lar.
* * *
5.1.6 Bizi bekledikçe dağılsın şimdi, böyle yolda bilsin bizi, artık –hep- yolda. Kendisini bizden bilsin. Duysun ki kanatlarımız olduğu yere vuruyor uçuşunu; ya daha da kuvvetli çağırsın adımızı ya da varsın unutsun gelişimizi.
Biz kendi öyküsünü bunca yoldan sonra anlatabileniz.
5.2.6 Bu metin dağılan parçaları bir araya getirecek artık; tam da o anda -anlattığı anda-, bir taş eksikken ve bir adım uzağında iken kendisinin.
Olamadığınca
Kaybettiğince
Aradığınca olduğunu bilecek.
Sorduğunca
Bulamadığınca
^Bir adımda aşılır o eşik. Ama her şeye –post bir zamanda yaşamakta değil miyiz?^
5.3.6 Bakışı değiştikçe hem hafif, hem ağırlığına; hem hızlı hem yavaşlığına; hm kendisi hem de anlattığına doğru bir araya gelen, toparlanan taş’lar.
Üstünde duran, bir zamanlar bir bütün halinde durarak kendisini yükseltmiş olan taş parçalarının bir araya gelip dağılmalarını, bir şekli bin bir yoldan, tekrar tekrar oluşturmalarını izliyordu.
Dokunmasa olmayacaktı, kendisini, taş’larla üst üste yan yana çapraz ya da daha bir çok –gizini kendisinden çıkardığı- biçimde durarak, onların hem o eki parçalanmaz, hareketsiz kara bir taş, hem de şimdi dağılmış ve sürekli yer değiştiren taş’lar olmaları ile bilmeye karar verdi.
Artık kendini hep bölüntülü/ savruk/ yolda bilecek taş’lar/ ve durağan/ kara olmuşluklarıyla.
* * *
6.1.7 Bizi görecek, bilecek, bekleyecek bir yazı kalmadı. Kendimizi aldık, kaldırdık; bunca yerden aşırdık, uçtuğumuz sadece kendimize oldu.
Uslu uslu sustuk, bir yazıya doğru tek kanat: ‘Öykümüzü bir tek o anlatsın’ sandık. Oysa hep uçmaya havalanmışız, varmamaya yoldaymışız , şimdi bildik.
Biz kocaman kara bir taşmışız _anlattık.

Bartleby İzleğinde Bir Terminoloji-Başka bir versiyon

2001 yılının yaz aylarında, benim de içine sonradan dahil olduğum bir avuç “deli bozuk”, bir dergi yayınlama girişiminde bulunmuştuk: Adı Apartman olacaktı. Çeşitli nedenlerden dolayı gerçekleşemeyen bu proje, onu vücuda getirmeye çalışanlara, az ya da çok, bir şeyler kattı. Bu yazı Bartleby İzleğinde bir Terminoloji metninin bir başka versiyonu olarak yazıldı.

Diyelim ki elimizde bir uzun öykü var_ bir de bu öykünün kahramanı: Bartleby. “I prefer not to”. Yapmamayı tercih ederim. Neden diye sormaya kim cesaret edecek? Seçim yapılmış, kapı kapanmış_ arkası/ önü (neden’i neye’si) sorulabilir mi?
Bu karardan geri dönüp,onun özel sürecine bakılacağına, ‘karar verme’ eyleminin asıl işleme sürecine, bu sürecin yayıldığı alanda işlemeye nasıl nereden başladığına, işledikçe deştiklerine ve ortaya çıkardıklarına bakılsa? En sonunda da tekrar B.’ye ve kararına dönülse?


.sapak: bir karar verme eylemini gündeme getiren, dayatan zorunlu kılan. Burası bir çizginin -yolun- bir’den iki’ye doğru kırılma noktası.
Durulup düşünülsün (uzun/ kısa), kişinin kendisi kendi terazisinde atrtılsın; hangiyol kişinin ağır düşen kefesine uygun düşecek, bakılsın.
Seçim yapılsın, iki arasından birinde karar kılınsın. Yol, bu noktaya dek taşınanlar, biriktirilenler, süzülenler uyarınca -tekrar- tek’e indirilsin.
Fakat bu noktadan sonra bize bir ad konacak. Biline.
Bunu bilmek de işi zorlaştıracak: hem bir seçim yapılacak-izlenecek yol belirlenecek- hem de bundan böyle nasıl anılacağımız şekillenmeye başlayacak _kararımızca.
Şimdi karar vermenin ağırlığı neredeyse iki katı, bu getirecekleri ile tartıldıkça.
Sanki daha da artacak: Asri Zamanlar’da adımız seçtiğimiz yoldan önce anılmakta_
ya sapkın: “doğru” yoldan sapan
ya da salim: hep bir selamet gözeten.
Seçimler ( sapak karşısındaki tavırlar, iki’den tek’e indirilen yollar) artık hep bu iki başlığın altında tanımlanmakta.
Dahası sapak karşısındaki tekil tavırlar uyarınca psikoloji, toplu tavırlar uyarınca da sosyoloji ayrıca yol tipolojileri üretmekte ve “devletçikler kurumu silsilesi” de bunları katman katman tekrar üretip bu başlıklar altındaki yerlerine yerleştirmekte.
Kişi artık adımıyla kendi adını, yerini belirleyecek. Sapaktan saparken ne olacağını ve nasıl okunacağını kesinleyecek (her adımda biraz daha).
İşte şimdi karar vermek bunları da gözeten için iyice ağır.


.aymak: seçilen yoldan, yolun getirisinin bünyeye uymaması sonucu vazgeçme; diğer yola sapmak için başlangıç noktasına (sapak’a) doğru dönüşe geçme nedeni.
Geri dönülecek _fakat ay(!)ana dek o yolda olmuş bulunanlara ne olacak? [Anı nedir?]
Bunca yoldan sonra; gerçek ağırlığı ile (kara bir taş, yoğunluğu ve parçalanmazlığı ile tam da yerine oturmuş olan) zaman ilk kez karşımızda:
-olan olmuş, artık olmuşluğu değiştirilemez -zaman kişinin üzerinden onca yanlış akmış.
-bu yolda daha da aksın istenmiyor.
-üstelik kişi bir an önce değiştirmek, değişmek istiyor.
Şimdi bünyede üç tür ur var: hem olmuş olanın zararı, unutulamaması, yer etmesi; hem zamanın geri çevrilmezliği karşısındaki acizlik, hep kendi doğrusuna durmaya çalışmış insanın yenilgisini bilmesi; bir de bir an önce öteki yola geçme telaşı içinde bir ‘ama nasıl’ sorusu.
Bundan böyle kişi hem olanın yarasını onmaya çalışacak hem de zamanla burun buruna gelmiş olmasının ağırlığını hafifletmeye,dönüştürmeye çalışacak. Artık “aymak” kişide derinleştikçe derinleşmekte: temel bir hayat bilgisine doğru.
Daha da ağırlaşsın mı? Bir de bu hal ile baş etmenin tarihine bakılsın:

-aydınlanma: bir proje olarak akıl hizmetinde sürekli bir toplu ayma halinin öngörülmesi ve uygulama uğraşısı _hep bir kendi zamanına/ değerine/ düşüncesine/ eserine/ düşüne ve düşmelerine ayma sürecinin başlatılması

-aydın: topluca bir ayma halinin (olması beklenen) olası fişekleyici kişisi.

Korku: “Teklice ayanlar amma da yalnız.”
Bunları gören artık nasıl yürüyecek?


.devam: kişi yürür elbet.
Şöyle ki;
-ya ‘özne’nin zaman olduğuna, ve kendisinin bu öznenin bir etken/ edilgen fiili olduğuna iyice ayarak
-ya da ‘zararın neresinden dönülse kardır’ avunması ile geriye döndüğünü sanarak.

Çünkü zaman akmakta, sapılandan yoldan geriye hareket bile zamanın ilerlemesi sayesinde mümkün olmakta, dolayısıyla ‘geri dönüş’ neredeyse bir palavra...
Bu durumda geri dönme çabası içinde olanlar ,zaman, onların tenleri üzerindeki zımparalama sürecini pişmanlık/ unutamama/ acizlik şeklinde işletirken, kendi bildiğince hep ilerleyeni geri çevirmeyişlerince, yolda kendi talaşlarını biriktirmekteler.
Zaman içinde kendi (karar/ uygulama) eylemlerinin yerini arayan/ bulanlar ise kendilerinde kavrularak tenleri üzerinde yükselebilmekteler.
Bir hayat bilgisine doğru adım.


.öngörmek:”karar verme”nin, “ayma”nın ve “devam etme”nin bilgisine az çok erenin, bir sonraki sapakta, bilgisi uyarınca ‘seçim yapma’ eylemini hem hafifletip kolaylaması hem de kendince ağırlaştırması.
Seçimini,
-hafifletip kolaylaması: yolun getirilerini/ götürülerini –daha öncekilerce bilmesi- ve kendi karşılama/dayanma gücünü tanıması ile, bu kez seçimini bir “emin olma” halinde.

-ağırlaştırması: her sapağı, her yolu bunca ön bilemeyeceğini sezerek.

Böylece kişinin kendini o yolda bilmesi, adını daha kolay taşıması olası, fakat bunun için kişinin yaptıkları/ yapacakları da yeterince zor, unutulmamalı.

İmdi bu noktaya dek hep yolun çizgisinin kırılma anından ve bunun sonrasından söz edildi. Bir de kendi yolunu bu dizgenin dışından izleyenlere bakılsa...


.reddetmek: hali hazırda bu dizgenin dışına çıkma çabası, kendi içinde başka dizgelere, kategorilere, tanımlara yol açarak özgül bir ağırlık oluşturma uğraşısı.

Bunun bir yol olduğunu, dolayısıyla üzerinde yürümek gerektiğini reddetmenin sapakların varlığından, adımızın sapkın ya da salim olması olasılığından , karar vermenin ağırlığından, olası aymalardan, dönüşlerden ve öngörmenin görece dengeli halinden bizi kurtaracağı söyleniyor. Doğru mu?
-Ağırca uyuşturmak gerek insanı.
Bir de yolun -ve bu oluşturulmuş dizgenin- varlığını kabul edip de üzerinde yürümeyi reddedenler için sadece şiir ve ölüm seçenekleri varmış gibi görünüyor.
-Ağırca hecelerle yüklenen insan (bir sıkışmışlıktan ve kendi oluşundan), bir de üzerinden geçen yolun getirisini/ götürüsünü, zoraki yaşam bilgisini yüklenemez ki.*


.durmak: sonunda Bartleby: “Yapmamayı tercih ederim”
Durmak, yol/ zaman ikilisi sürekli bir ilerlemeyi zorunlu kılarken,kişi de buna uyup gözlerinin ileriyi/ geriyi gördüğü ölçüde, yolun çeşitli ilişki dizgelerinde kendini tanımlarken ve bununla tarihi kurarken; ya da reddedenler bu dizgenin dışında kendi iç yapılarını oluştururken ve tarih de bunu (güzelce) yerine yerleştirirken Bartleby’nin hali.
B. , katı ve kibirli son bir adım ile içte ve dışta statikliğe geçmiş _başı sonu belirsiz bir uzamda [Wall Street’teki bürosunda arkasından (beyaz) ve önünden (siyah) yükselen duvar boyunca ] duran ve orada durdukça genişleyen nokta_.
I prefer not to.
Artık hiçbir şey olmayacak, inat ve sabırla kurumaya duran ağaç gövdesi, hiçbirşey olmayacak olacak.
Bilinmez bir ‘tam’ karanlık nokta. İlişkisi yok. İletişimi, önü arkası yok, sadece ‘şimdi’de duran bir kara delik. Soruları, cevapları, bunların ilişkilerini, yerleşimlerini, dizgelerini emen iğne ucu. Bünyesinde bilinen anlamda bir hayat taşımayan organik madde.Barteleby.Neden?
Buraya kadar bunca yolu boşuna mı geldik?
Ayrıca
Where do we go from here?

* “İç’ten dış’a (-dışa) doğru yapılan yolculuk -eylemleri sırasında ‘umutsuzluğa düşüp’ gönüllü ölümü seçen arkadaşlara aydan el sallandığına birkaç kez tanık olmamış olsaydık...”M. Irgat.

Bartleby İzleğinde Bir Terminoloji

2001 yılının yaz aylarında, benim de içine sonradan dahil olduğum bir avuç “deli bozuk”, bir dergi yayınlama girişiminde bulunmuştuk: Adı Apartman olacaktı. Çeşitli nedenlerden dolayı gerçekleşemeyen bu proje, onu vücuda getirmeye çalışanlara, az ya da çok, bir şeyler kattı. Bu yazı bu proje için yazılan ilk yazı.


Bartleby izleğinde bir terminoloji

“I prefer not to.”

Bartleby.
B.
Ana soru: Neden?

Elimizde bir uzun öykü var: geldiği yerin bile yabancısı olanın öyküsü. Bir çıkış noktası tespit etme çabamız bu öykünün izinde, bu yazı boyunca ilerlemeye çalışacak. B’nin hali, analitik düzlemde, A (-x, -y) olarak konumlanıp, bu halin bir takım durumlara göre ( ‘x ve y eksenine göre’ gibi düşünülerek) karşıtları/ simetrikleri çözümlenmeye çalışılacak. Buradan hareketle ortaya çıkan durumlar için sorular sorulacak. Son kertede B’yi ve diğerlerini konumlamanın son haline varılacak.

- sapak: hep gelinen yer (isteyerek ya da istemeyerek). Sapak hep bir konumlama ekseni, onun nasıl, nereye doğru, neden geçildiğinin sorgulanması ve bulunan yanıtların tutarlılığı/tutarsızlığı hep kendi eksenine göre. Bir soru üreten ve yanıtları kendine ‘göre’ yerleştiren olarak -sapak- için x ve y eksenlerini izlemek olası, sapaktan sapanlar içinse B.’nin hali bir değerlendirme noktası/denek taşı teşkil etmekte.

1. Modern zaman tartışmaları: B.’nin sapaklar karşısındaki katı, kibirli ve (tek bir cümle kurulduğu, eyleme de bununla örtüştüğü için) tutarlı tavrı, bize artık ‘o’ sapağa geldiğimizi ve şimdi bunun karşısındaki seçimimiz uyarınca adımızın ‘sapkın’ A(-x,-y) ya da ‘sâlim’ A(x,y) –Wall Street’teki bitimsiz duvar imgesinin boyutunca- olacağını mı muştular?

2. Ya da toptan reddediş: bunun bir yol olduğunu reddetmek bizi sapakların varlığından, sapkın ya da sâlim olma olasılığından bizi kurtarır mı? Malum, sapak yola dair bir durum, bunun kişiye getirdikleri de yol ve önceki sapakların dönüşlerince, olası sapakların kaygısınca ağır.

2.1 Yolu reddetmek için ağır uyuşturucular gerekmez mi?

3. Bu kez: yol olduğunu kabul edip, yürümeyi reddedenler için sadece şiir ve ölüm seçenekleri mi mevcuttur?*

4. Dahası sapak karşısındaki tekil tavırlar uyarınca ‘psikoloji’, toplu tavırlar uyarınca da ‘sosyoloji’ ayrıca tipolojikler üretmekte ve “devletçikler kurumu silsilesi” de bunları katman tekrar üretip, yerlerine yerleştirmekte değil midir?


-aymak: yukarıda açıklanan/ soru olarak ortaya atılan koordinatlar arası ‘yer değiştirme’ nedeni.


1. yerlemin kişiye getirisi sonucu mu ayılır? (AYYY! ’ ılır?)

2. yoksa sapağa gelince mi (yumurta çatlamak üzere kapıya dayanınca mı) ayılır?

2.1. aydınlanma: bir proje olarak akıl hizmetinde sürekli bir ayma halinin öngörülmesi ve uygulama uğraşısı –hep bir kendi zamanına/değerine/eserine/düşüncesine/düşüne (düş!üne) ayma sürecinin başlatılması.

(Bu sürecin işlemesi ayrı bir başlık/deneme/kitap olabilir, olmuştur. Burası sadece bir terminoloji alanı.)
2.2. aydın: toplu bir aymanın (olması beklenen) olası fişekleyici kişis
2.3. Topluca aymak mümkün mü? Teklice ayanlar neden böyle yalnız?
2.4. Olası bir ayma sonucunda, o ana dek olmuş bulunanlara ne olacaktır?
2.5. Anı nedir?
Bkz. Kırmızı Ot/ Boris Vian.

Ya da tam tersi için bkz. tarih kitapları.
(Burada ‘anı’ nın anlamını, onu yaşayan öznesinden sıyırıp, kolektif bir alana -onu tanımlamak için
ya da nasıl tanımlandığına,
yerleştirildiğine, adının
nasıl konduğuna, ağırlığının
hangi destek noktalarına dağıtılarak
yapı tarafından taşındığına
ve yapının o destek noktalarının
bu ağırlığı taşıyıp taşıyamadığına bakmak için alıyoruz.)


-dönüş: Sapak bize iki tür dönüş sunuyor: -sapaktan sapmak
-sapılandan geriye –sapak noktasına- dönmek

1. sapaktan sapmak halleri için bkz. “sapak”
2. sapılandan geriye –ilk noktaya- dönmek, (aymak sonucunda, yerlemi değiştirmek üzere) bir zımpara kağıdının ten üzerinde işleme sürecini başlatabilir. Durduk yere yer değiştirilmez, söz konusu zarar bir de geri dönüş hali ile ikiye katlanabilir _çünkü zaman akmaktadır (bu işlemin tersi yoktur, sağlaması yapılamaz), sapılandan geriye hareket bile zamanın ilerlemesi sayesindedir. Geriye döndüğünü sanan, zamanın akışı karşısında paniğe kapılabilir, hep bildiğince ilerleyeni geri çeviremeyişince kendi talaşını biriktirmek durumunda kalabilir.

3. Geriye dönüş bir palavra mıdır? İleri marş?


-durmak: burada söz konusu olan sapkın olmanın bir alt başlığı gibi görünmektedir.

Çoğunluk ayma halinden sonra dönüşe geçer gibidir (ya da dönmediğine, ilerlediğine ayıp, kendini ve kendine katarak devam etmektedir.). Durmak tam olarak da B.’nin halidir: yol/ zaman ikilisi sürekli bir ilerlemeyi zorunlu kılar, B ise son bir adımla statikliğe geçmiştir -başı sonu belirsiz bir uzam (Wall Street’teki bürosunda B.’nin arkasından (beyaz) ve önünden (siyah) yükselen duvar ve orada durdukça genişleyen nokta _B.
“ I prefer not to.”

Artık hiçbir şey olmayacak, inat ve sabırla kurumaya duran ağaç gövdesi, hiçbir şey olmayacak olacak.

Bu durumda, bu yazının başındaki –sapak karşısındaki- ikilik (sapkın/sâlim)zamana yenilerek tekleniyor, sapkın da sâlim de sapağa rağmen aynı yola giriyor. Fakat birine ölüm daha yakın _sapkınlığının farkında, duruyor, durmanın tek hal olduğuna onca yürüyüş ve sapak (anısının) ardından ayıyor.Tercihen susuyor. Diğeri kayıplarının (sapakların geçilmesi boyunca), dönüşlerinin izinde yitiyor, avunuyor, avutuluyor, avutuyor –zamanla-, bazen de sızlanıyor. Tercihen hiç sapmıyor.


-İntegralimi al (abi) limit sıfıra gider. mi?

* “İç’ten dış’a (-dışa) doğru yapılan yolculuk -eylemleri sırasında ‘umutsuzluğa düşüp’ gönüllü ölümü seçen arkadaşlara aydan el sallandığına birkaç kez tanık olmamış olsaydık...”M. Irgat.